19 Kasım 2007

KİBAR MEHEME

http://www.solhan.net/images/sections/azizgulmus.jpg
..Daha çocukluk yıllarında yaz aylarında çalışmak için İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlere kaçar ve bütün yazı buralarda geçirip sonbaharda Diyarbakır’a dönerdi. İstanbul veya İzmir’de kaldığı sürelerde başından geçen maceraları (çoğu da atmasyon cinsindendi) nazik Türkçesi ile anlatırken bizler hayranlıkla onu dinlerdik. “İstanbul’da elbiselerim kirlendi mi çıkarıp denize atar, yenisini alırdım.” sonra ayağa kalkıp yürüdüğünde pantolonunun kıç bölgesinde kocaman daire şeklindeki yamayı gördüğümüzde katıla katıla gülerdik. Diyarbakır’a döndüğünde belirli bir müddet nazik bir Türkçe konuşur, ardından yine Diyarbakır şivesine dönerdi. Hep İstanbul insanlarının çok kibar olduklarını söyler ve arkadaşların olumsuz davranışlarını kınardı. Meheme, ailesiyle sefil bir yaşam sürüyordu. Babası öldüğünde daha gencecik olan annesi beş çocuklu amcasıyla evlenmişti. Bu yüzden kardeşlerinden hangisinin öz, hangisinin üvey olduğunu hep karıştırırdık. Amcası yani üvey babası at arabacılığı yapıyordu. Yaşlı ve hasta olduğundan kimi zaman onun yerine Meheme işe çıkardı. Kömür depolarından müşteriye kömür taşırdı çoğunlukla. “Ömür biter, yol bitmez” klişesini “Ömür biter, kömür bitmez” şeklinde değiştirerek kocaman yazılarla at arabasının arkasına asmıştı. Meheme’nin yaşamında asıl bitmeyen şey yoksulluktu. Ama yine de neşesini ve doğallığını kaybetmiyordu. Müthiş bir kibarlık özentisi vardı. Hiç unutmam yıkık dökük ve harabe haline gelmiş evine misafir olmuştum. Annesi beni kapıda karşıladı dönüp içeriye doğru: “Meheme arkadaşın gelmiş..!” diye seslendi. Meheme başını pencereden çıkararak içeri buyur etti. “Yok seni dışarıda beklerim” dememe rağmen büyük bir ısrarla içeri çağırdı. Evin içine gittiğimde her yer dağınıktı ve yoksulluğun katmerli havası hakimdi. Meheme, kendisinin yaptığı tahtadan derme çatma küçücük bir masa ile kırık bir sandalyede oturmuş kuru ekmek, üç-beş zeytin ve çayla kahvaltı yapıyordu. “Bilisen kardaş İstanbul’da alışmişam, masada olmasa yemek yemem” dediğinde annesi hemen atıldı: “Tew tew tew Qûlla tazi tembur dıxwazi” (Vay, vay, vay Kıçı açıkta saz ister) dediğinde ben yine katıla katıla gülmüştüm.

Sık sık nezaket kuralları dışında hareket eden arkadaşlara “Taşlık Ülkenin İlkel İnsanları” derken kendisinin de ne kadar kibar olduğunu ima ediyordu.

Birgün yine ben ve Meheme Ahmet adındaki bir arkadaşla yürüyorduk. Ahmet sümüğünü yolun ortasına sümkürdü. Meheme yüzünü ekşiterek Ahmet’e : ”Vulan oğlım biraz kibar ol kebrax…!” dediğinde Ahmet şaşırarak : “Ne yapayım Meheme abe ma nereye atayım” dedi.

Meheme usulca ceketinin yakasını burnuna götürerek: “Aha buraya fış et kevvaşe” Ahmet, Mehemeye dönerek: “Meheme abe valla senın bu kibarlığın beni öldüri” dediğinde güle güle gözlerimizden yaşlar akmıştı.

Şarap içerken bazen hıçkıra hıçkıra ağladığına şahit olurdum. “Meheme abê niye ağlisan” diye sorduğumda bana içini dökerdi. “Baba görmedığ, daha çocığ yaşta en ağır işlerde çalıştığ; su, dondurma, simit sattığ ögüne gelen tekmeyi vurdi. Okuyamadığ. Aha bax yaşım geçti arkadaşlarım hepsi evlendi ben daha sürıniyem.” Ve en önemlisi de mahalleden sevdiği göçmen kızı Halise’nin aşkına karşılık vermemesiydi. “İnanki Aziz kardaş o kahpenın kızıni çox sevdım. Yolda yürüdığımde sanki bi yerden baan baxi diye yürümağımi düzeltiyem, yemek yedığımde diyiyem belki beni seyredi êle kibar yemek yiyiyem, yani anliyacağın oni çox seviyem.” Ölümüne sevgisini işte böyle ifade ediyordu Meheme. Ama şunu da eklemeyi unutmuyordu. “Hadê diyelim ki o da beni sevdi. Ma o külxana heyvan bile girmez.” derken gözlerindeki yaşlar yoksulluğa ve çaresizliğe başkaldırıp sel oluyordu adeta. Meheme’yi dinlerken ben de göz yaşlarıma söz geçiremeyip hüngür hüngür onunla birlikte ağlıyordum.

Sonra konuyu değiştirip daha fazla üzülmemesi için “Meheme abê diyiler ki Meheme’nın sesi çox güzeldır. Hele bıze bi türki söle” derdim. Sesi fazla güzel olmamasına rağmen okurdu “Taşa verdım yanımi/ Derman emdi kanımi/ Azraile Can vermem / O kız alsın canımi / oy dağlar/ zalım dağlar “ arkasından neşeli bir oyun havası ile birlikte kalkıp yalnız başına halay çekerdi. Düğünlerde de çok güzel oynardı. Hele başı çektiğinde saatlerce ortada davulcu ve zurnacının üzerlerine yürüyerek raksın en kralını sunardı. Yağmurlu bir gece eve gidecek bir de bakıyor ki uzaklardan bir davul sesi. Hemen o sese doğru yürümeye başlıyor. O yürüdükçe davul sesi de uzaklaşıyor. Çamurlu tarlaların içinden geçerken ayakkabısının topuğu çamurda kalıyor. Buna rağmen pes etmeyip düğüne gidiyor. Tam düğün yerine varırken düğün de bitiyor. Davulcu ve zurnacıya yaklaşıp Buraya gelene kadar anam dinım ağladi namusıma çalacağsız” der. Onu tanıyan davulcu ve zurnacılar onun için de bir müddet çalıyor.

Yıllar sonra Meheme’nın öldüğünü duydum. Günlerce yasını tutup ağladım. Ahırda çok sevdiği atına yem verirken hayvanın tekmesi tam kalbine isabet etmiş ve oracıkta cansız yere düşmüştü. Aradan geçen uzun yıllar sonra Meheme’nin çok sevdiği ve kibar insanlarını örnek olarak gösterdiği İstanbul’a gelmiştim. Her türlü aşınmanın ve yozlaşmanın yaşandığı bu şehri gördüğümde kendi kendime söz vermiştim. Meheme’nin Diyarbakır’daki mezarına gidip “Meheme abê rehet ol valla Diyarbakır İstanbul’dan daha çox kibardır” diyecektim.

AZİZ GÜLMÜŞ
Mizah ve Öykü Yazarı
azizgulmus@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlama biçimi kutucuğundan Adı/Url 'yi seçerek, isminizi ve dilerseniz mail veya site adresinizi yazıp yorumunuzu gönderin. Yorumunuz Editör onayından geçerse yayınlanacaktır. Küfür, Hakaret, İftira ve SİYASİ içerikli yorumlar ve Adı Soyadı belirtilmeyen yorumlar yayınlanmıyacaktır. Surgucum