20 Ağustos 2008

Allah’ın Evine veya Cennete Yolculuk (I) - Nezir GÜNEŞ

Sizlere bu yazımda bir insanın yeryüzünde yapabileceği en güzel amellerden olan mukaddes topraklara Allah’ın evine(beytullah) yani Allah’ın misafirliğine ya da Resullullah’ın hadisleri ile teyit ettiği Cennet’e yapılan yolculuğumuzu sizinle paylaşmak istedim.

Aslında bundan 18 yıl önce babamın hac farizasını yerine getirmesi ile tanışmıştım Kâbe ile. O günden beri içten içe bir özlem olsa da kutsal topraklara karşı, geçen yıl hac farizasını yapan değerli dostum Ahmet Alevcan kardeşimin tavsiyesi ve yaşanılması gerektiği uyarısı üzerine umreye kesin gitme kararı verdim. Pasaport işlemlerinde bizden kaynaklanan birkaç pürüz yaşadıysak da kutsal topraklara olan heyecanımız günden güne artıyordu. Sonuçta Allah’a misafir olmaya gidiyorsunuz, karşınızda Ali, Veli veya tur organizatörümüz Mahmut Yavuz Hocanın dediği gibi Boru Fabrikasının da müdürü değil de Allah’ın evine gidiyordunuz.

Niyetimizi Alkış-tur üzerinden yaptıysak da kısmet Birey-tur aracılığı ile yarısı Mardin’den olmak üzere toplam 40 kişilik bir kafile ile yola çıktık. Doğrusu umre tarihinin son 15 günde kesinleşmesi ile derginin basıma girme hazırlıklarının yanında içinde bulunduğum yoğun çalışma ortamı beni Kutsal Topraklar hakkında ayrıntılı bir araştırma yapmaktan alıkoymuştu. Umre için yapılması gereken farizaları da eve geldiğim de hanımın okuyup anlattıkları ile yetinirken umre dualarını bile uçakta giderken ezberlemiştim.

Bu anıları yazmak aslında hiçte o kadar kolay değil. Çünkü yazarken insan o anları tekrar yaşıyor ve sanki hiç gelmemiş gibi tekrar o kutsal topraklara geri dönüyor. Şimdi diyeceksiniz ki bunun neresi zor. Zorluğu gördüğünüz güzelliklere, yaşadığınız anılara, hissettiğiniz duygulara eşdeğer olacak kelimeleri bulamamak. Yaşadıklarımı size anlatmak için kendi dilim ve kalemim kesinlikle tam anlamı ile tercüman olmuyor olamaz da. O mübarek kutsal topraklarda yaşanan bir saniyeyi dünyanın her hangi bir yerinde yaşanan yıllara değişmem. Bakıyorum da orada değilim. Allah’ın o mukaddes beytinin o kendine has güzel kokusu yok.Dünyanın her bir yerinden Rabbimin emrine uyarak kutsal topraklara akın akın gelen o güzel insanlar nerede? Farklı farklı ülkelerden gelen renkleri, dilleri ayrı ayrı ama dinleri ve kalplerindeki imanları aynı olan o eşsiz insan seli ve onların vücutlarından yayılarak insanın yüzüne vuran o tatlı sıcaklık yok. Alemlerin Rabbinin kendisine sevgili kıldığı Güller Sultanı o güzel Muhammed’in Ravzası yok. Adını duyduğumda vücudumu nedenini bilemediğim tatlı bir ürperti saran o güzelim Uhud yok. Mekke ve Medine. Yeryüzünün en güzel, en kutsal bu iki şehri yok. Bu kadar güzelliğin yok olduğu bir yerde ben nasıl var olabilirim ki. İşte bu güzel anılardan uzaklaşınca kendimi sonsuz bir yokluk içerisinde kaybolmuş buluyorum. Ve bu yüzden diyorum ki bu anıları yazmak hiçte kolay değil.

Ve Rabbim nasip etti. Mardin’den İstanbul’a hareketle başladı yolculuğumuz. Mikad yani Haram sınırları üzerinden Cidde’ye uçakla ineceğimizden dolayı İstanbul’da ihrama girdik. Yani Allah’ın misafiri olmanın, dünyadan, dünyalıklardan sıyrılıp Allah’ın huzuruna çıkmanın hazırlığı. Bu hazırlıkların verdiği hazla Lebbeykler eşliğinde uçağa bindik. İhrama girmekle kendimi dünyadan soyutlamış gibi hissettim bir an. Ben artık bu dünyaya ait değildim, öyle de istiyordum aslında. Her şeyden soyutlanmak her şeyden kurtulmak arınmak. Daha İstanbul’dayken bile bu duygularla Cidde’ye uçmuştuk.

Üç saatlik bir uçak yolculuğu ile gecenin 12’si gibi Cidde’de pasaport işlemlerini yaparak Mekke’ye doğru yola çıktık. Cidde’de polislerin sempatik tavırları daha ilk anda kendimizi güvende olduğumuzu hissetmeye yetmişti. Mekke’ye giderken ki otobüs yolculuğumuzda tur hocasının anlattığı Allah’ın evine giden çocuğun hikayesi duygularımızı adeta galeyana getirmişti.

Hocanın güzel ve akıcı anlatısı kadar olmasa da hikâyenin özeti şöyleydi: “Günün birinde Allah’ın Evini(Beytullah) ziyaret etmek için yola çıkmaya karar veren babaya küçük oğlu da eşlik etmek ister. Baba çocuğunun isteğini geri çevirse de oğlu illa Allah’ın evine gitmek isteğini tekrarlar. Çocuğunu ikna edemeyen baba meşakkatli de olsa mecburen çocuğunun kendisine eşlik etmesini kabul eder. Yola çıkıldığında büyüklerin amacı Beytullah’ı yani Kabe’yi tavaf ederek Hac farizalarını getirmek olurken çocuğunsa tek hayali ise misafirliğine gideceği, ziyaret edeceği babasının Allah’ın evi dediği evin sahibini görmektir aslında. Çocuk yolculuk boyunca babasını zar zor ikna ettiği için gideceği ev ve sahibi hakkında hiçbir soru sormazken düşündüğü tek şey ise evde annesinin sıfatları ile anlattığı evin sahibini görmek. Çünkü ona göre misafirliğine gittikleri Ali dayısının, Mehmet Amcasının evinde Ali dayısını ve Mehmet Amcasını görebiliyordu. Allah’ın evinde de Allah’ı göreceğini düşünüyordu. Beytullah’a gelindiğinde ise çocuğun Allah’ı görme isteği ise ilk anda gerçekleşmiş ancak bu istek çocuğun Kabe’yi ilk görmesi ile ebediyete intikali ile olmuştu.” Aslında her şeyin özü bunda saklıydı. Bizler Allah’ın huzuruna, Allah’ın Evine Allah’ın misafirliğine gidiyorduk. Hepimizin tek amacı da buydu aslında. Kendimizi Rabbimize sağım kolum dediği Hacarel Esvad aracılığı ile göstermekti. Bu duygularla diken diken olan tüylerimizle Mekke’ye yaklaşıyorduk…

Bu hikâyeyle birlikte birden aklıma Rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un, "Safahat" adlı eserinde "Necid Çöllerinden Medine"ye adlı şiirinde kendisinin bizzat şahit olduğu bir Resûli Ekrem Âşıkının türbesi önünde “ah” çekerek nasıl can verdiğini anlatır. Şiirde Sudan'dan üç ay Tihame Çölü'nü geçerek yaya olarak geldiğini, gecelere derdini döktüğünü ve bir an bile uyumadığına yıldızların şahit olduğunu ve Allah Resûlü'nün aşkı ile yanıp tutuştuğunu beyan ederek Bâbüsselâm kapısından geçip tam pencere önüne geldiği zaman "Bu hasta ruhumu ayırma artık toprağından" diye feryat edişinin ardından Efendimizin kabirlerinden yana bir nur görüp düşerek bayıldığı ve oracıkta can verdiği kaydediliyor. Eyvah!… Eyvah ki ne eyvah!.Yazıklar olsun bana…Vay benim halime hem de ne vay! Ben de kendimi aşık zannederdim. Aşk işte böyle olmalı. İnsan Sevgilinin ismini duyunca kendinden geçmeli. Hatta can vermeli. Rabbim bizlere de böyle aşık olmayı nasip etsin inşallah. Bu arada bir yazı da okuyup ta çok hoşuma giden bu dizeleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Sanırım tam bu konu ile ilgili;
Aşk dediğin ya Allah'tan gelmeli,
ya Allah için olmalı,
ya da Allah'a ulaştırmalı;
yoksa yerle bir olmalı.
Aşk "sevgi" boyutuna ulaşmıyorsa,
adı batmalı…
Sevgi ki, Allah'ın varlıkları
yaratmasındaki yegâne gayesi.
Sevgi ki Allahu Teâlâ'nın,
kullarına yerleştirdiği en güzel hediye.
O'ndan gelen ve ona dönecek olan
en anlamlı duygu…"

Yazının geriye kalan kısımlarını daha sonraki günlere bırakırken döndükten sonra ilginçtir, CHP’li genel sekreterin dediği “Arap’ları zengin etmeye gerek yok” sözünü birkaç kişiden daha duyduğumu da sizlere hatırlatayım dedim. Yani hiç kimse sizi verdiğiniz karardan geri çevirmesin lütfen.

Cennet’e, Sevgiliye, Allah’ın misafirliğine, huzuruna, Allah’ın evine yolculuk o kadar güzel bir yolculuk ki … Rabbim dileyen herkese nasip etsin inşallah. Hem de dilediği kadar…
Haber: www.mardinlife.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlama biçimi kutucuğundan Adı/Url 'yi seçerek, isminizi ve dilerseniz mail veya site adresinizi yazıp yorumunuzu gönderin. Yorumunuz Editör onayından geçerse yayınlanacaktır. Küfür, Hakaret, İftira ve SİYASİ içerikli yorumlar ve Adı Soyadı belirtilmeyen yorumlar yayınlanmıyacaktır. Surgucum