|
Geçen hafta yazdığım “Cennet Yolculuk” yazısına ilgilerini telefon, mail ve mesaj göndererek gösteren, bütün okuyucu ve dostlara ayrı ayrı teşekkür ederek Rabbimin kendilerine de nasip etmesi temennisi ile ziyaretimize kaldığımız yerden devam edelim diyorum.
Gece indiğimiz Cidde Havaalanında bir saate yakın bekliyoruz. Ancak bir bekleme telâşı yok. Gecikme gerginliği de… İçimizdeki heyecan ve kalbimizdeki ürperti bizi başka alemlere götürüyor. Bekleme salonunda otururken, sıra beklemekten uzak duygularla uzanıyoruz…
Pasaport işlemlerinin sona ermesi ile otobüsle hareket ettiğimiz Mekke’ye doğru derinden bir yolculuk başlamıştı. Bu kutsal beldenin sınırları içerisine girmemizle birlikte hissettiğimiz derin duyguları anlatabilmek için kelimelerin kâfi gelmediğini de hatırlatayım yine...
Mekke’ye yakınlaşmış bulunmaktayız. Mekke’ye varma heyecanı artıyor. “Lebbeyk, allahümme lebbeyk…” topluca, otobüste söyleniyor. Rehberimiz kafileyi iyi hazırlıyor. Heyecanlar dorukta...
Bir düşünün Mekke’desiniz. Ve o insanları kanatlandıran ağırlığı, yavaş yavaş içinizde hissediyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki Resullullah (S.A.S) burada doğdu. Burada büyüdü, bu şehirde Kur’an O’na vahyedildi, O burada yaşadı. Mekke, dünya güneşinin, iki cihan sultanının, dünyaya geldiği kutsal şehir. Sen ne yüce, ne güzel, ne mübarek bir şehirsin. Resulallah’ın yüzünü görme şerefine nail olmuşsun. Sen ne şanslı toprağısın Mekke toprağı. Peygamberimizin gül kokulu ayakları değmiş sana. Bir an annesi, babası, dedesi ve ailesi aklınıza geliyor. Biliyorsunuz ki ilk tebliği burada yaptı, ilk burada insanlar ona inandı, ve diğer halife ve sahabeler bir bir aklınıza geliyor.
Bu duygularla aracımız şehir merkezine giriyor. Kapıdan rehberin, eşyalarınızı otele almayı unutmayın uyarısı ile bir an kendimize geliyoruz. Araçtan otel lobisine geçtikten sonra istisnasız herkes o uykusuzluk ve yorgunluğa rağmen elindeki eşyalarla ilkin Kâbe’ye ne zaman gideceğini soruyor. Kalacağı odayı sormak yerine Allah’ın evine biran önce gitmek isteği… Onu merak ediyor. Herkes o saatte Kabe’yi Beytullah’ı ziyaret etmek istemesine rağmen sabah namazı vakti olduğu için çok yoğun olduğu gerekçesi ile ziyaret vakti saat 06:00’ya erteleniyor. Büyük bir coşkuyla Beytullah’a gitmek istiyorsunuz. Ama grubun rehberi daha önce Umre’ye gelmiş ve birazdan diyorlar size. Üzülüyorsunuz ve “Ne anlayışsız adamlar” deyip içinizden kızıyorsunuz onlara. Herkes odasında dinlenirken ben dakikaların geçmesini bekledim otel lobisinde. Ama her an hızından şikâyet ettiğimiz zaman sanki yerinde sayıyor. Lobideki saatin yelkovanı adeta Kabe’yi gösterdiği 9 ve 12 rakamları arasında hareket etmek istemiyor gibi geliyor insana…
Sonra grup toplanıyor. Önce kahvaltı yapalım deniliyor. Kahvaltıdan sonra kervanımız beyazlar içinde Beytullah’a doğru rehberimiz eşliğinde yürüyor. Bu yürüyüş öyle bir yürüyüş ki, işte kelimeler bunu anlatamaz... Ne diyeyim ki…
Beytullah’ı görünce ilk ne için dua edeyim diyorsunuz, akabinde sizinle gönderilen dost selamları geliyor aklınıza… Yaptığınız listede işe yaramıyor. Evet, o an geliyor ve grubunuzla Mescid-i Haram’a doğru ilerliyorsunuz koca kapıdan giriyorsunuz. Kâbe, ey Kâbe... Soluğunuz kesik yürüyorsunuz ve hala kolonlardan Kâbe’yi göremiyorsunuz. Heyecanla yürüyorsunuz… Kâbe, nazlı ve şerefli yapı. Hz. Âdem’in, Hz. İbrahim’in Hz. Peygamberimizin teri, gözyaşı, emeği olan güzel yapı..
Kabe sınırında. Telmiye söylemeye devam ediyoruz: “Lebbeyk!...” Onu görme isteği, hiçbir beşeri arzuya benzemiyor. Kabe’nin sahibinin azametine inanarak gelmek, emre amade olmak. “Allah’ım emrine uyduk, geldik” demek ayrı bir lütuf…
Kabe’yi görme nimetine kavuştuk. Gözyaşları sel oluyor. Orada yaşadığınız ilk duygu ben burada olmayı, Allah’a misafir olmayı hak ettim mi? Sonra gözyaşları yine sel oluyor. O ana kadar yapacağınız her şeyi, edeceğiniz duaları, gönderilen selamları unutuyorsunuz. Adeta koşuyorsunuz Beytullah’a doğru. Hani dua edecektiniz görür görmez, hani o geri dönmeyecek istek fırsatını kullanacaktınız dua ederken! Siz orada o şerefli misafirliğin hissine kapıldığınızda sadece duygu denizinden kana kana içmeye çalışıyorsunuz. Kabeyi merkeze alarak 7 defa tavaftan iki rekat namaz kılıyoruz. Sonra kana kana zemzem içip günahlarımızın affı için üstümüze başımıza döküyoruz. Sonra Hacer’i, İsmail’i yaşamak için sayımızı yapmak üzere Safa ve Merve arasında 7 sefer koşar adımlarla o duyguları yaşıyoruz.
Kafile halinde, zaman zaman kopmalar olsa da, ellerde düşmeyen dua kitapları ve dillerde durmak bilmeyen terennümlerle, hayatın en saf ve en samimi dualarımızı Rabbimize yöneltiyoruz. Yalvarıyoruz. tavaf ve say yoğunluğunun sıcak bir Mekke gününde, inanılmaz bir hafiflemenin ve heyecanlanmanın verdiği dinçlik yaşıyoruz. Termometrenin gölgede 54-56 derece gösterdiği adeta bedenin ruha yenik düştüğü bir ortamda güneşin altında umremizi tamamlıyoruz.
Sonra etrafınıza bakıyorsunuz. Zayıf, naif ve tatlı kardeşleriniz. Allahım! Ne güzel dizi dizi oluyor insanlar. Afrikalısı, Asyalısı, Avrupalısı, Amerikalısı, esmerler, sarılar, beyazlar ve kapkaralar, anlatmakla bitmiyor, yetmiyor sözler. Türlü türlü, yüzlerce çeşitli diller. Göz kamaştırıcı, renk renk giysiler ve de dünyanın her yerinden gelmişler ama ibadette hepsinin ağzında aynı cümleler Lebbeyk Allahuma Lebbeyk… Allah’ım, bu ne heybet, bu ne güzellik, bu ne haşmet! Yüz binler huzurunda sana biat ediyor…
Aynı boyda küçük ve narin Malezyalı kardeşleriniz, iri mi iri Afrikalı Zenci kardeşleriniz… Hindu ve Moroko(Fas)lu sevimliler… Hani hacca beyaz düşmanı olarak giden Müslüman Zenci Irkçısı bir kardeşimiz vardı ya Malcom X. Eşine hacdan yazdığı mektubu, kinlerinin nasıl o kutsal beldede yok olup kâmil Mü’min olduğunu hatırlıyor insan. Ne yazmıştı? “Hanım, düşünebiliyor musun, şu anda beyaz ve yeşil gözlü bir Müslüman kardeşime ellerimle yemek yedirmenin tadını çıkartıyorum.”
Sonra bedenlerinden özürlü, fakir ve mazlum kardeşlerimize baktıkça içimizden; “Ey eli kanlı Avrupalı, Amerikalı O çocuklarını benim kardeşlerimden çaldıklarınla ve kardeşlerimi köleleştirerek büyüttün. Allah size de hidayet etsin. Etmez ise Rabbim sizi zulmünüzde boğsun.”Aklınıza dinler arası diyalog filan da gelmiyor orada..
Orada herkesle de çok iyi konuşuyor ve anlaşıyorsunuz. Nasıl mı? O dili ancak orada yaşar ve öğrenirsiniz. Bu dilde konuşma organınız önce gözler, sonra eller, sonra mimikler ve beden dili. Dil denen küçük et parçası mı? İşte o zaman kafanızı vuruyorsunuz. Ahhh diyorsunuz, ahhh! Yabancı dil ne de lazımmış şimdi.
İlk görevimizi ifa edip, umremizi tamamladığımız, saat 11:00 itibariyle cehennem sıcaklığına rağmen cennet atmosferinde Kabe’de tavaf bütün canlılığıyla devam ediyordu…
Haber: www.mardinlife.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlama biçimi kutucuğundan Adı/Url 'yi seçerek, isminizi ve dilerseniz mail veya site adresinizi yazıp yorumunuzu gönderin. Yorumunuz Editör onayından geçerse yayınlanacaktır. Küfür, Hakaret, İftira ve SİYASİ içerikli yorumlar ve Adı Soyadı belirtilmeyen yorumlar yayınlanmıyacaktır. Surgucum