Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay, Koruculuk Sisteminin Gözden Geçirilmesi ve Sistemin Aşamalı Bir Şekilde Kaldırılmasının Düşünülmesi Gerektiğini Vurguladı.
Mardin Artuklu Üniversitesi, 44 kişinin hayatını kaybettiği Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyündeki katliam hakkında ön değerlendirme raporu hazırladı. Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ve 16 akademisyen ile araştırma görevlilerinin hazırladığı raporda, olayın münferit bir olay olmadığı ve anlık bir cinnet ve intikam duygusundan gerçekleştirilmediği ifade edildi.
Rektör Prof. Dr. Serdar Bedii Omay imzasıyla açıklanan ön raporda, "4 Mayıs akşamı Mazıdağı ilçesi Bilge köyünde 44 insanın öldürüldüğü olayın hem şiddet boyutunun yüksek olması hem de bölgede daha önce gerçekleşen diğer kan davalarıyla benzerlik göstermemesi, bu olayın çok boyutlu bir biçimde ele alınmasını gerektirmekte. Bu münferit bir olay değildir, anlık bir cinnet ve intikam duygusundan dolayı gerçekleştirilmediği açıktır. Toplumu dehşete düşüren bu tür şiddet eylemleri toplum tarafından ilk bakışta reddedilip 'Bunu yapanlar bizden olamazlar' tutumu benimsense de; bu tip şiddet eylemlerinin aynı toplum içinde tekrar yaşanma olasılığı diğer toplumlara nazaran çok daha yüksektir. Bu gerçek, böyle bir olay karşısında ciddi önlemler alınması zorunluluğunu arttırmaktadır." denildi.
İşte Artuklu Üniversitesi tarafından hazırlanan Bilge Köyü Ön Raporunun tam metni
TARİHSEL ARKA PLAN
Mardin’in içinde bulunduğu coğrafi bölge; tarihin ilk dönemlerinden beri aşiret ve onun üst yapısını oluşturan mirlik sistemiyle idare edilmiştir. Mirlik sistemi, birçok aşiretin organik bir yapılanmayla bir coğrafyada ortak değerler etrafında örgütlenmesi ve kendi içinde bir hiyerarşik düzene sahip olmasıyla oluşan bölgesel bir yönetim tarzıydı. Bu sistemde bireyin sınırları zihinsel, bireysel ve toplumsal olarak belirlenir. Mirlik toplumun başat düzenleyici güçlerindendi. Sosyal statünün kaynağında yine bu sistem bulunmuştur. Mirlikler geleneksel idarî ve sosyal yapılanmanın ana eksenini oluşturmaları sebebiyle toplumsal talep ve ihtiyaçların en yakın takipçisi ve karşılayıcısıydılar. Mirler, toplumsal ihtiyaçlar olan can ve mal güvenliğinden ve genel asayişin sağlanmasından toplumun dinî, örfî değerlerinin gerektirdiği hizmetlerin karşılanmasına kadar her türlü toplumsal beklentilerin geleneksel muhatabıydılar. 1517’de Mardin ve bölge coğrafyasının Osmanlı devleti sınırları içerisine dâhil olmasıyla bu idarî-sosyal yapılanma, Osmanlı erkleri tarafından temel yapısına herhangi bir müdahalede bulunmadan, devlet sistemine eklemlendi. Osmanlı devleti, 1517’den 1800’lerin ortalarına kadar yüzyıllarca devam eden mirlik sisteminin mevcut olduğu coğrafyanın idaresi hususunda buradaki mirleri gerek bölgenin yönetilmesi ve gerekse komşu güç odaklarına karşı desteklerin alınması konusunda ekseriyetle vazgeçilmez destekçiler olarak görmüştür. Osmanlı devletindeki merkezileşme çabaları sonucunda merkezi yapıya tehdit olarak algılanan geleneksel mirlik sistemi ortadan kaldırıldı. Devlet, merkeziyetçi politikalarla her alanda bölgeye hâkim olmayı amaçlıyordu. Ancak bölgedeki geleneksel yapının çözülmesi amaçlananın aksine bir kargaşa ve çatışma ortamının doğmasına yol açtı. Devlet daha önce bölgedeki üst yapısal dokuyu oluşturan mirlikler aracılığı ile sağladığı otoriteyi sağlayamadı. İrili ufaklı birçok aşiret söz konusu otorite boşluğundan faydalanarak başlı başına bir erk olma mücadelesi içine girdiler. Bunun sonucu olarak bölge, aşiretler arası çatışma alanına dönüştü. Bu dönemden itibaren devletin temel sorunu, bölgede asayişi tesis etme sorunu olmuştur. Osmanlı Devleti bölgede asayişi sağlayabilmek için ise yerel güçlere ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacın karşılanması konusunda devlet, bölgedeki herhangi bir aşireti yerel temsilci olarak seçmiş ve böylelikle bölgedeki ekonomik kaynaklar bu aşiretin kullanımına ve inisiyatifine bırakılmıştır.
Yönetim ve yetki anlamında dışarıda kalan diğer aşiretlerle güç sahibi aşiretler arasındaki çatışmalar 19. yüzyıl boyunca belli aralıklarla devam etmiştir. Devlet bu aşiretleri kontrol altına alabilmek için Tanzimat Fermanı ile ihdas edilen yeni yönetim tarzını bu aşiret bölgeleri üzerine uygulama yoluna gitmiştir. Aşiretlerin meskûn olduğu bölgeleri kaza ve nahiyelere bölerek daha önce mire karşı sorumlu olan ve geleneksel idareci olan ağa yerine merkeze karşı çeşitli yükümlülükleri olan ve merkezin memuru olarak çalışan kaza ve nahiye müdürleri bu bölgeye tayin edilmiştir. Kaza müdürleri, mevcut geleneksel yapıda etkin olmaya çalışmışlarsa da bu etki toplumdaki kırılmaları tamir etmekte yetersiz kalmıştır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise bölgedeki aşiret örgütlenmeleri potansiyel tehdit olarak algılanmaya başlanmış ve yerel güçler (aşiretler) sistemin dışında kalmıştır. Yeni sistemle bütünleşemeyen aşiretler, kırsalda kendi dünyalarına kapanmış, modern dünyanın gelişmelerinden bîhaber bir yapılanmayla cehalet ve yozlaşmış gelenek algısıyla yeni bir örgütlenme devrine girmiştir. Bu yeni yapılanma içerisinde yetişen bireyler mirliğin idame ettirdiği soylu geleneksel yapıdan yoksun kalmış, bedevî bir vicdan ve muhakemeyle bölgelerine hâkim olmaya çalışmışlardır.
1980’lerden sonra bölgede başlayan yeni çatışmaların beraberinde gelen demografik değişim yapısal bozukluğun son halkası olarak tanımlanabilir. Kitlesel yer değişikliği, insanların bir arada iken sahip olduğu değerlerin yozlaşmasına neden olmuştur. Geleneksel yapıya özgü sosyal yapıların çöküşünü hızlandırmıştır. Toplum üzerinde düzenleyici fonksiyona haiz değerleri erozyona uğratarak bireyin geleneksel aidiyetini ve otantik benliğini yok etmiştir.
Batılılaşma, merkezileşme ve modernleşme amaçlı politikalar bölge üzerinde var olan yapıyı bozmuş ancak modern toplumun sosyal yapılarını inşa edici herhangi bir mekanizma geliştirememiş veya topluma kabul ettirememiştir. Sosyal düzenleyicilik fonksiyonunu sergileyemeyen devlet, geleneksel yapının yıkılması sonucu ortaya çıkan sorunlara zamanında sosyal çözümler üretememiş, bunun yerine sorunlara güvenlik perspektifi ve önlemleri ile yaklaşmıştır. Güvenlik önlemlerden biri olan koruculuk sistemi bölgedeki yeni güç dengelerinin oluşum sürecinin en önemli motor güçlerinden birini teşkil etmektedir.
PSİKO-SOSYAL ARKA PLAN
Olayın, ilk bakışta, her ne kadar küçük bir bölgede meydana geldiği ve sadece o bölgede yaşayanları etkisi altına alarak travmatize ettiği düşünülse de, etkileri yıllarca süren ve bazı sonuçları yıllar sonra ortaya çıkan ve toplumsallığını sürdüren etkileri olan bir mahiyeti vardır. Bu çaptaki şiddet eylemleri olayın olduğu bölgeden başlayan ve giderek daha fazla büyüyen bir sosyal alanı etkiler. Böyle bir olay hem olayı bizzat yaşamış ve/veya tanık olmuş kişiler üzerinde hem de bu olayın diğer mağdurları olarak görülmesi gereken bölge insanı üzerinde travma etkisi yaratır. Bu da olayın, kişisel travmalar yanında sosyal travmalara da yol açtığını ve açacağını gösterir.
Bu olayla birlikte, şiddet araçlarının ve şekillerinin dönüşümünün ve bu dönüşümün vardığı son noktanın ne kadar korkutucu olduğu görülmüştür. Daha önce dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşen şiddet eylemleri bize bu tür eylemlerin tekrarlandığını göstermiştir. Bunun sebebi olarak görebileceğimiz en önemli olgu “toplumun kendilik algısı”dır. Toplumu vahşete düşüren şiddet eylemleri her ne kadar toplum tarafından ilk bakışta reddedilerek toplumun değerlerinden uzaklaştırılarak, “bunu yapanlar bizden olamazlar” tutumu benimsense de; bu tip şiddet eylemlerinin aynı toplum içinde tekrar ortaya çıkma olasılığı diğer toplumlara nazaran çok daha yüksektir. Bu da, bize, aslında bunu yapanların “bizden olduğunu” gösteren somut bir bulgudur. Çünkü bunu yapanlar “bizden olmasaydı” bu olaylar tekrarlanmazdı. Toplumun olay sonrası kendilik algısı, olay öncesi kendilik algısında o toplum içinde şiddet eylemlerini gerçekleştiren öğeler dışlanarak yeni bir toplumsal kendilik algısı oluşturulur. Bu algının ne kadar geçersiz, kısa vadeli ve bunun sadece suçluluk duygusundan ileri geldiği, yinelenen şiddet eylemlerinden anlaşılır. Hatta toplumda, pik yapan bu şiddet eylemlerinin, yeni şiddet eylemlerinin sonuca olaşabilmesi için bir ölçüt ya da taban noktası olduğunu görmek mümkündür. Tüm bunlar, bu tip şiddet eylemlerinin doğru bir şekilde anlamlandırılarak, toplumsal hafızada yer etmediği takdirde ikinci bir şiddet eyleminin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Toplum ve kişi arasındaki etkileşimde, kişi, böyle bir şiddet eyleminin toplum üzerindeki gücünün farkına varır. Bu olay böylece hem toplumsal belleğe hem de kişilerin belleğine sadece bir şiddet eylemi olarak değil, aynı zamanda kişilere ve topluma mesaj gönderme, isteklerini, beklentilerini dile getirme, kendini ifade etme biçimi olarak işlenir. Kişi topluma güçlü bir mesaj vermek istediğinde mutlak suretle bu belleklerden faydalanacaktır. Kişi ve toplum arasındaki bu karşılıklı mesaj gönderimleri bu olayda daha çok “en güçlünün kim olduğu üzerine” kuruludur. Toplumda kimin güçlü olduğuna yönelik mesajlar alışıldık bir sorundur. Bunu sorun haline getiren olgu, bunun şiddetle ortaya konarak ispatlanmaya çalışılmasıdır. Kişilere isteklerini, beklentilerini ve kendilerine ifade edebilecekleri ve toplumla iletişim içinde olduklarını hissettirecek toplumsal sistemler sunulmalıdır.
İnsanların içindeki adalet duygusunun oluşmaması, bu olayın diğer bir nedeni gibi görülmektedir. Adaletin, toplumsal bir olgu olduğunu ve bunun toplumda gerçekleşmesi gereken bir olgu olduğunu unutmadan, bunun tekrar toplum içinde tesisi gereklidir. Toplumsal adalet kavramı gerçekleştiği takdirde, tekil olarak kişiler kendi çıkarları doğrultusunda bunu sağlamaya çalışmazlar. Olayda kişilerin kendilerine yönelik bir haksız uygulama olduğu yönündeki güçlü adaletsizlik duygusunun bulunmasına karşın, mevcut adalet sisteminin bu kişideki adaletsizlik duygusuna yönelik tepkisizliği düşündürücüdür.
Bu kişilerin işlediği cinayetlerin daha önce bölgedeki aileler arasında işlenen cinayetlere hiç benzemeyen yönleri bulunmaktadır. Teorik olarak şiddeti yaşama tarzımız, model alınarak öğrenilen bir deneyimi gerektirir. Böyle bir şiddet eyleminin öğrenilebileceği toplumsal rol modellerinin kimler ve neler olduğu bulunarak gerekli önlemler alınmalıdır.
Kişilerin böyle vahşice bir eylem sonrası yakalanmayacaklarını düşünmeleri ve daha üst bir yaşam standardında yaşayacaklarını ummaları şaşırtıcıdır. Bölgedeki birçok cinayetin failinin bulunamaması bu umudun bize nerden geldiği yönünde bir fikir sunmaktadır. Aynı zamanda, kişilerin bu cinayetleri mal edebilecekleri potansiyel bir failin bulunuşu, bu tür eylemlere girişen kişilere cesaret vermektedir.
30–35 haneli bir köyde akrabalar arasında bu kadar uzun süre böylesi bir şiddet eylemini ortaya çıkarabilecek bir ötekileştirme ve nefret duygusunun varlığını sürdürmesi düşündürücüdür. Bu kadar küçük bir alan içinde insani bir temas halinde bulunan kişilerin birbirlerine bu kadar ötekileşmeleri ve bu durumun uzun süre korunması uzlaşma olguları konusundaki bilimsel bulgulara tezat teşkil etmektedir.
Olayın Sosyal Bilimler Açısından Ortaya Çıkardığı Sonuçlar:
Bu sorunun psiko-sosyal ve tarihsel arka planına bakarken ana sorun şudur: Yıllarca aynı sorunları yaşamış ama bu olaylara böylesi bir şiddet eylemiyle yaklaşmamış bir halk hangi değişkenlerin etkisiyle böyle bir eyleme girişmiştir? Bu soruna cesurca, objektif ve toplumsal sorumluluk üstlenerek yaklaşmayan hiçbir müdahale tarzı toplumsal bir yarar getiremeyecektir. İlk olayı gerçekleştiren ve varlığını koruyarak kuvvetle muhtemel olabilecek olan ikinci bir olayı gerçekleştirecek olan psiko-sosyal ve tarihsel olguları bulup bu olguları tanımlamak büyük önem arz etmektedir. Böyle bir bilgiyi hem toplumun farkındalığına sunmak hem de bu toplumsal sorunları çözebilecek, yeni toplumsal sistemler geliştirmek sadece araştırmacı bir yaklaşımla değil aynı zamanda toplumsal sorumluluklarının farkında olan bir yaklaşımla mümkündür.
Gerek ülkemizde, gerekse bölgede yıllardır varlığını sürdüren sosyal bilim anlayışı veya daha doğrusu sosyal bilim anlayışsızlığı bu olayın toplumsal ve kişisel belirleyicilerini önceden fark etmemize ve gereken önlemleri almamıza engel olmuştur. Bölgede gerçekleşen bütün sosyal olaylara “töre”, “kan davası” ve “namus cinayeti” demenin ötesine gidememiş bir sosyal bilim anlayışı hüküm sürmektedir. 1970’te bölgede gerçekleşmiş bir olayla, 2009 yılında gerçekleşen başka bir olaya yönelik açıklamaların aynılığı, değişmeyenin toplum mu yoksa bizim sosyal bilim anlayışımız mı olduğu sorusunu akla getirmektedir. Giderek zaman içinde hiçbir şey söylememenin bir yolu haline gelen bu kavramlar, sosyal bilimcilerde düşünme tembelliğine yol açmıştır. Bu olayın diğer bir faili de kanımca sosyal bilimlerdeki “bilimsel töre veya töresizlik”tir. Sosyal bilimciler her ne kadar toplumun onların kurallarına göre işlemediğinden dolayı toplumdan özür bekleseler de, burada, ülkemizdeki sosyal bilim anlayışından özür bekleyen bir toplum mevcuttur. Bu anlamıyla da sosyal bilimler toplumsalı eleştirmeden önce kendilerini eleştirmelidirler. Yani iğneyi sosyal bilimlere batırdıktan sonra çuvaldızı topluma batırmalıyız.
Modernitenin karşısına anormalite olarak geleneği bırakarak, modernizasyona cevap verilmediğinde geleneği suçlayıp modernitenin kendi hatalarını örtbas etmeye çalışan bir sosyal bilim anlayışının ötesinden bir yerden bakılmadığı sürece, sosyal bilimciler, her toplumsal olayı, töre, namus, kan davası gibi kelimeleri tekrarlayarak şaşkınlıkla karşılarlar. Bu, binadan atlayan bir adama bakarak, adam düştü demek gibi bir şey olur. Sosyal bilimin amaçlarından biri de adamı binaya çıkarıp oradan atlamasına neden olan faktörleri açıklamaktır. Bu açıklamalar, açıklama olma özelliklerinin yanında topluma ve kişiye kendileri hakkında bilgi ve farkındalık verir. Bu da kişilerin veya toplumun sorunlarıyla yüzleşmesinde önemli bir faktördür. Ancak o zaman sosyal bilimler ve toplum, yanı başlarında düşen elmaların farkında olabilirler. Bundan dolayı daha öncede bölgede mevcut toplumsal olaylara yaklaşımların aksine, yeni bir siyasal kökenli toplumsal modernleşme projesinin ötesinde, realitenin ortaya koyduğu bu sorunu, tekrar realitenin kendi içinde tanımlanmalıdır. Bu soruna verilebilecek en kolay cevap bunun eli kanlı bir delilik veya anormalite olduğudur. Bu da daha önce belirtilmiş olan, toplumun bu olay karşısındaki “bunu yapanlar bizden olamazlar” savunucu tutumuna benzer bir tutumdur. Bu olay realitenin ve aklın bizatihi sonucudur. Bunu realitenin ve aklın dışına çıkararak, realitenin ve aklın masum olduğunu söylemek “bunu yapanlar realitenin içinde yaşıyor olamaz” demektir. Ama biz biliyoruz ki: Onlar Mardin’in Mazıdağı ilçesinin Bilge Köyünde yaşıyorlardı. Aklı aklama ve realitenin olumsuz içeriğini görmezden gelme kabul edilemez bir tutumdur; bir de bunun bedeli insan yaşamı oluyorsa.
Her kavram ve toplumsal kurum kendi toplumsal bağlamı içinde işlevsel ve anlamlıdır. Toplumda oluşan sorunlara, kişi ve toplum arasındaki etkileşimi düzenleyici toplumsal sistemlerin farklı nedenlerden dolayı işlevsizleşmesi, kişiyi bu etkileşimi sağlamak için yeni araçlar bulmaya sürükler. Bunlardan en eski olanı şiddet edimidir. Toplumsal düzenleyici sistemler, toplumun yüzyıllar içinde geçirdiği süreçlerle ortaya çıkmıştır. Ama bu toplumsal sistemlere yönelik bilinçli müdahaleler toplum kökenli değil, siyasal kökenlidir. Başka bir deyişle toplumsalın siyasal karşısında nesneleşerek sürekli edilgen konuma getirilmesiyle daha önceleri bir şekilde toplumsal kurumlar tarafından çözülen sorunlar siyasal kurumlar tarafından çözülememektedir. Kişiyle toplum arasındaki iletişim giderek daha zor oldu.
Soruna Yaklaşım ve Çözüm Önerileri:
Üniversitemiz tarafından en kısa zaman içinde aşağıdaki niteliklere sahip bir süreç başlatılmalıdır. Üniversitemiz bu soruna yerinde, bilimsel, sürekli ve etkin müdahale edebilecek Mardin’de yegâne kurumsal yapıya sahiptir. Bu anlamda bizim geliştireceğimiz süreçler halkımız açısından çok büyük önem arz etmektedir. Unutulmamalıdır ki; çözümün yerelliği çözümün sürekliliğini getirir.
1. Kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri olan: Süreçten beklentiler açık bir şekilde ortaya konmalıdır. Bu beklentilerin olası gerçekleşme zamanlarıyla bir eylem planı oluşturulmalı. Bu beklentiler doğrultusunda çözüm ortaklarımızın kimler olduğu tanımlanmalıdır.
2. Tespit ve müdahaleye dayalı: Bu olayın sebepleri ve sonuçları araştırılarak tespit edilmelidir. Sebeplere yönelik önleyici, toplumsal riski azaltan eğitim çalışmaları, bilgilendirme toplantıları, paneller düzenlenmelidir. Olayın sonuçlarına yönelik Bilge Köyü merkez alınarak, başta sürekliliği olan psiko-sosyal destek programları olmak üzere çeşitli etkinlikler düzenlenmelidir.
3. Yoğunluğu giderek azalan, kapsamı giderek artan: Çalışmalarımız Bilge Köyü merkezli, görece az sayıda insanla başlayıp kapsamı zamanla bütün ilçe, il ve bölge kapsamına yayılmalıdır. Köye yönelik yardım yoğunluğunun azalması hem Bilge Köyü’nde yaşamın nispeten normalleşmesini sağlar hem de olayın diğer etki alanlarına bakabilmek için yardım görevlililerine zaman ve iş gücü kazandırır.
4. Mağdurları tanımlayan: Katliamı şahsen yaşamış kişiler olan 1. derece mağdurdan ilerlemeye başlayarak, olayın kısa vadeli olumsuz etkilerini en aza indirerek olayla etkin bir müdahaleyi amaçlamalıyız. Kısa vadeli olumsuz etkilerin en aza indirilmesi bölgede yaşayan halkın ve yardım görevlilerinin morallerini yükselteceği ve “iyileşme modeli” sunacağı için önemlidir.
5. Başladığı gibi yaklaşmak: Şiddetin toplumdaki şiddet potansiyellerini etkinleştirerek ilerlediği göz önünde tutulduğunda; toplum içindeki “iyileştirici faktörleri” etkinleştirerek, toplumu sürece ve iyileşmeye dâhil eden bir anlayışın benimsenmesi gerekmektedir.
SOSYOLOJİK ARKA PLAN
44 insanın öldürüldüğü bu olay, sadece 15 dakikada silahlı saldırı sonucu, anlık bir cinnet ve intikam duygusundan kaynaklanmış, münferit bir olay değildir. Bu yüzden olay sadece psikolojik nedenlerle açıklanamaz. Olayın gerçekleşmesinde farklı toplumsal, tarihsel ve politik arka plan hesaba katılmak zorundadır.
Olay sonrasında köyde kalmak ya da göç etmek durumunda kalan çocuk, kadın ve erkekler için elbette psikolojik rehabilitasyon ve sosyal hizmet desteği vermek, olaydan ilk etkilenenler için zorunludur. Benzer olayların bundan sonra gerçekleşmemesi için olay olası bütün nedenleriyle açık yüreklikle ele alınmalı, olayın dinamiklerini daha sağlıklı anlayabilmek için bölgedeki köylerde kapsamlı sosyal bilim saha araştırmaları yapılmalıdır.
Sosyal bilimlerde toplumsal olay ve olguların tek bir nedenle açıklanmasındaki yetersizlik artık bilinmektedir. Bu nedenle olayın farklı sosyolojik nedenleri olduğunu düşünmekteyiz. Nedenleriyle ilgili daha “sağlıklı” değerlendirme yapabilmek için daha kapsamlı ve detaylı bir saha çalışması nedenleri tahlil ve çözüm üretme konusunda daha fazla fırsat sunacaktır.
Özellikle buzdağının görünmeyen kısmını oluşturan kin, nefret, hınç gibi geçmişten bu yana taraflar arasındaki uyuşmazlıkların yaratmış olduğu tatminsizlik ve bunun yol açtığı gerilimlerin sosyal ve psikolojik tahlilinin yapılması üzerinde ağırlıklı olarak durulmalıdır. Aynı aileler arasında geçmiş yıllarda yaşandığı iddia edilen olayların hukuki açıdan açıklığa kavuşturulamamasının taraflara verdiği cesaret de mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Olayın hem şiddet boyutunun yüksek olması hem de bölgede daha önce gerçekleşen diğer kan davalarıyla benzerlik göstermemesi, bu olayın bildiğimiz “töre cinayeti” ya da “kan davası” gibi şiddet eylemlerinden başka olduğunu göstermektedir.
1. Şiddet kültürü
1.1. Şiddet, biçimi ve araçları değişse de, insana özsel değil, ama tarih boyunca sürekli olagelmiş bir olgudur. Şiddet moderniteyle birlikte hem yeni araçlar kazanmış hem kavramsal olarak çeşitlilik kazanmıştır: fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik, sembolik ve dilsel, kurumsal şiddet.
1.2. Kurumsallaşmış, gelenekselleşmiş şiddet
Şiddet zaman ve mekana göre (toplumsal değişme süreci içinde) farklılaşma gösterse de bir toplum ya da topluluk içinde zamanla değerler sistemi içinde normallik kazanabilir, kanıksanabilir. Türkiye’de ailede, okulda yetiştirme biçiminde şiddet hâlâ önemli bir yer tutmaktadır. Şiddetin disiplin ve terbiye etmede işlevsel bir rolü olduğuna inanılmaktadır. Bunun örnekleri “töre cinayeti”, “namus cinayeti”; eğitimde “eti senin kemiği benim”, “hocanın vurduğu yerde gül biter” ; aile içinde “hem severim hem de döverim”, “kocamdır, sever de döver de”, “ya benimsin ya toprağın” sözlerinde ifadesini bulmaktadır. Ailede ve okulda insan yetiştirmede şiddetin “terbiye edici”, “disipline edici” bir araç olarak düşünülmesinin, araçsallaştırılmasının yansıra televizyonda şiddet içeren dizi ve filmlerin yayını (sevişme sahneleri sansür edilirken, şiddet içeren, öldürme, işkence görüntülerinin daha fazla yer bulması), cinayet ve başka şiddet olaylarının eylemlerinin, yani “üçüncü sayfa” haberlerinin tv, gazete ve internet haber sitelerindeki sunumu şiddet kültürünü besleyen unsurlardır.
Namus ya da töre cinayetinde olduğu gibi, çözümün şiddet ve öldürme üzerinden sağlanmak istenmesi aslında sorunun devam eden bir sorunlar zincirine dönüştürmesine sebep olmuştur. Şiddet kullanımının yaygınlığı, şiddetin bir çözüm yolu olarak algılandığını gösterdiğinden başka bir yer ve olayda ortaya çıkacak bir problemde yine şiddet üzerinden çözüm bulmaya çalışan insanlar yaratan, şiddet temelli bir kısır döngüye neden olmaktadır. Bu nedenle şiddet eylemini herhangi bir olay ya da husumette bir çözüm yolu olarak sunan, bunu yeniden öğreten okul, aile içi ya da medyayı içeren; şiddet kültürünü yeniden üreten ve besleyen her türlü unsurun ve aracın bunda payı olduğunu düşünmekteyiz.
1.3. Bölgede 25 yıldır yaşanan şiddet içeren bağlam/çerçeve
Bölge 1980’lerden itibaren uzun yıllar terör nedeniyle birçok şiddet olayına sahne olmuştur. Bu bölgeye özgü, bireylerin zamanla şiddet olaylarına karşı bir kayıtsızlık oluşturmasını ve sorunları çözmede şiddete başvurma eğilimini daha da artıran bir unsurdur. Ölümle sürekli olarak iç içe olan bireyler için gerçekleşen şiddet olayları ,zamanla normalleşmektedir.
2. Koruculuk sistemi / Hukuksal Boşluk
Modern devletle birlikte hukuk, adalet ve güvenliğin sağlanması, feodal beyler, aşiretler gibi yerel güç unsurlarından tamamen devlete geçmiştir. Devlet Osmanlı döneminde aşiret beyleri ve mirlerle bölgede egemenlik sağlarken Osmanlının son dönemlerinde ise din adamları üzerinden bu denetimi kurmayı denemiş ve bunda bir dönem de başarılı olmuştur. Cumhuriyet döneminde devlet, egemenliğini yerel güç unsurlarından alan, kendi modernleşme projesini destekleyen,bazı ailelerin desteğini alarak sağlama yoluna gitmiştir. Ancak bu olayda görüldüğü üzere, korucular örneğinde güvenliği sağlama, silahlı güç olma yetkisi ayrı bir gruba verilmiştir. Birtakım korucuların kendilerine verilen bu güç ve yetkiyi, amacından başka şekilde, bazen kendi çıkarları için kullanması, bunun devlet tarafından yeterince denetlenmemesi ve cezalandırılmaması; bu olayın gerçekleşmesinde olayın failleri oldukları için önemli bir yer tutmaktadır.
Koruculuk sisteminde köylüler kendi can ve mal güvenliklerini sağlamak ve devletin güvenliği sağlama görevini yerine getirmek için silahlandırılmışlardır. Korucuların silahları bu eylemde kullanmış olmaları silahların devlet tarafından verilen ‘resmi görev’ dışında da kullanıldığını ve yeterince denetlenemediğini bir kez daha göstermiştir. Ayrıca göç nedeniyle köyde sadece korucuların kalması sonucu gidenlerin toprakları korucu aileleri arasında paylaşılmıştır. Ancak bir süre önce başlatılan köye dönüş projesiyle birlikte köyüne dönmek isteyen köylülerle, korucu aileler arasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Köye dönüş projesiyle gelen hak sahipleriyle yaşanan çatışma sonucunda silahlı güce sahip olan bazı korucu gruplarının bu konuyu kendi lehlerine çözme girişimi bu türden bir katliamın nedenlerinden biri olabilir.
Gerçekleşen olaya ilişkin tespitlerde töre cinayetleri ve kan davası konuları üzerinde durulduğu görülmüştür. Olayın sadece kan davası olarak açıklanması mümkün değilse de iki taraf arasında uzun zamandır devam eden husumetin etkisi olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu tür husumetler uzun yıllardır bölgede görülmektedir. Bu husumetlerin çözümü için hukuk dışı yollara başvurulması şiddetin giderek artmasına ve meşrulaşmasına neden olmaktadır. Hukuki yaptırımların eksik kalması bireylerde kendi hukukunu yaratma ve uygulama isteğini doğurmaktadır. Toplumsal yaşamın düzeni için var olan hukuki sistemin bu tür olayları daha sağlıklı bir biçimde çözmesi için yeniden yapılandırılması gerektiği düşünülmektedir.
3. Toplumsal Cinsiyet
Bu olayda da gözlemlendiği üzere zihniyet ve değerler sistemi içinde kadının konumu önemli bir yer tutmaktadır. Aileler arasındaki çatışmaların mağduru ve bazen de temel nedeni olarak görülen kadının bu olayda da mağdur duruma düştüğü görülmektedir.
Örneğin kadınlar, bu tür menfur olaylardan sonra ,akraba evlilikleri sonrasında aileler arasında kalıp, çocuğunu ya da ailesini seçmek zorunda kalmaktadır.
ÖNERİLER
1. Kamusal hayat, şiddet içeren her türlü dil ve simgeden temizlenmeli; okulun, askerliğin, aile içi ilişkilerin, gündelik hayattaki diğer şiddet pratiklerinden arındırılması için çaba harcanmalıdır. Ahmet Haşim’in “Melâli bilmeyen bir nesle aşina değiliz” demesindeki gibi, ülkemizde “Meselelerini konuşarak çözmeye yanaşmayan anlayışlara aşina değiliz!.”
2. Medyada ve kamuoyundaki tartışmalarda görüldüğü üzere, gelenek, görenek, töre, örf, adet vb. kavramlar, töre cinayeti, kan davası, namus cinayeti gibi olaylar yeniden tanımlanmalı ve anlatılmalıdır. Bu kavram kargaşası, olayın esas nedenlerini görmek ve tahlil etmekte engel teşkil etmektedir.
3. Taraflar arasındaki uyuşmazlıkların çözümünde, gelenek ve göreneklerin değil, modern hukuk kurallarının kullanılması yönünde gayret sarf edilmelidir. İnsanlık dışı öldürmelere cevaz veren töre, gelenek vb. gibi kıymet hükümlerinin yerine toplumsal çatışmaların silah zoruyla değil aksine hukuk yoluyla çözülmesi gerektiği anlayışı tesis edilmelidir.
4. Taraflar arasındaki uyuşmazlıkların, akil kişiler ve sivil toplum örgütleri ve bölgenin aydınları ve kanaat önderleri tarafından barışı ve demokratik yollardan çözüme kavuşturulmalıdır.
SONUÇ
Yapılan değerlendirmeler sonucunda gerçekleşen olayın gelenekle bazı noktalarda uyuştuğu görülse de bazı noktalarda gelenek dışında faktörlerin de etkili olduğu görülmüştür. Söz konusu iddiaların tek bir nedenden hareketle gerçeği yansıtamayacağı ortadadır. Bu nedenle toplumsal olay ve olguların arkasındaki nedenlerin anlaşılması noktasında çoğulcu bir bakış açısının benimsenmesinin doğru olduğuna inanılmakta ve aşağıdaki konular üzerinde yeniden düşünülmesi tavsiye edilmektedir:
1. Koruculuk sisteminin gözden geçirilmesi: Bölgede koruculuk sisteminin rehabilitasyonu ile ilgili tedbirler yeniden değerlendirilmeli,korucuların daha sık denetlenmesi için mekanizmalar geliştirilmelidir.
2. Şiddeti meşrulaştıran ve namus ve töre cinayetlerinde olduğu gibi kadını ikincileştiren değerler sistemi ve zihniyetin dönüştürülmesi için gerekli bilgilendirmelerin yapılması: Kültürel kodlara işlenmiş şiddetin meşru temellerinin yeniden sorgulanması için gereken bilimsel çalışma ve bilgilendirmelerin yapılması gerekmektedir. Bu amaçla bölgedeki halkı toplumsal cinsiyet ve yaş farkı gözetmeksizin bilgilendirme amaçlı faaliyetlere ağırlık verilmelidir.
3. Buna benzer olayların gerçekleşmesini engellemek için hukuki yaptırımların yeniden düzenlenmesi: Hukukun toplumsal düzeni sağlama işlevinden hareketle sosyal sorunların ortaya çıkmasını engellemek ve çıkan sorunların etkin bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için yeni hukuki düzenlemelerin yapılması ve uygulanması noktasında gerekli hassasiyetin gösterilmesi gerekmektedir. Örneğin, töre nedeniyle işlenen cinayetlerin ağır bir şekilde cezalandırılması, görevleri kanunla belirlenen köy korucularının yapmış oldukları suistimallerinin cezalandırılması gerekmektedir.
4. Bu konuyla ilgili akademik alanda gerekli olan alan araştırmalarının disiplinler arası bir perspektifle (psikoloji, sosyoloji, ekonomi, tarih, antropoloji v.d) yoğun bir şekilde yapılması: Bölgenin sosyal yapısıyla ilgili akademik çalışmaların yapılması, disiplinler arası bir çabayla anket, mülakat vb. gibi çeşitli araştırma yöntemleriyle saha araştırmalarının yapılması gerekmektedir.
MARDİN ARTUKLU ÜNİVERSİTESİ “BİLGE KÖYÜ KATLİAMI” ÖN DEĞERLENDİRME RAPORU
4 Mayıs akşamı Mazıdağı ilçesi Bilge Köyü’nde 44 insanın öldürüldüğü olayın hem şiddet boyutunun yüksek olması hem de bölgede daha önce gerçekleşen diğer kan davalarıyla benzerlik göstermemesi, bu olayın çok boyutlu bir biçimde ele alınmasını gerektirmektedir. Bu münferit bir olay değildir, anlık bir cinnet ve intikam duygusundan dolayı gerçekleştirilmediği açıktır.
Toplumu dehşete düşüren bu tür şiddet eylemleri toplum tarafından ilk bakışta reddedilip “bunu yapanlar bizden olamazlar” tutumu benimsense de; bu tip şiddet eylemlerinin aynı toplum içinde tekrar yaşanma olasılığı diğer toplumlara nazaran çok daha yüksektir. Bu gerçek, böyle bir olay karşısında ciddi önlemler alınması zorunluluğunu arttırmaktadır.
Böyle bir olayın yeniden yaşanmaması için Mardin Artuklu Üniversitesi olarak olayla ilgili yaptığımız ilk çalışmalar sonucunda hazırladığımız değerlendirme raporu ile “tarihsel, sosyolojik ve psiko-sosyal arka planları” içeren raporlar aşağıda sunulmuştur.
1. SEBEPLER
1.1. Gelenek ve modernite çatışması bölgede ‘arada kalmışlık’ yaratmakta, bu durum hem geleneksel hem de modern kurumların yaptırım gücünü aşındırmaktadır. Bu aşınma süreci, bireyin ve toplumun kendisine referans aldığı normlarda da benzer etkiler göstermektedir.
1.2. Modernleşme adına geleneksel yapının sadece olumsuz yanlarının/değerlerinin değil, olumlu yanlarının/değerlerinin de hedef alınması. Kişisel ve toplumsal eylemleri değerlendiren/denetleyen bir üstyapının yetersizliği ya da daha önce var olan üstyapının çözülmesi sonrası yerine yeni bir yapının oluşturulamaması.
1.3. Teorik olarak şiddeti yaşama tarzımız, model alınarak öğrenilen bir deneyimi gerektirir. Bu olay, böyle bir şiddet eyleminin öğrenilebileceği toplumsal rol modellerinin olduğunu gösterir. Kişilerin böyle canice bir eylem sonrası yakalanmayacakları umudu şaşırtıcıdır. Bölgedeki birçok cinayetin failinin bulunamaması bu umudun nereden geldiği yönünde bize bir fikir sunmaktadır. Aynı zamanda kişilerin bu cinayetlerin mal edebilecekleri potansiyel bir failin bulunuşu bu tür eylemelere girişen kişilere cesaret vermektedir.
1.4. Koruculuk sistemi: Koruculuk sistemiyle, birtakım korucuların devletten aldığı gücü kendi çıkarları için kullanmaları ve bunun üzerinde bir denetleme mekanizmasının bulunmaması.
1.5. Eğitim hizmetlerinin sunulmasında bölgesel farklılıkların göz önünde bulundurulmaması.
1.6. İnsanların aralarındaki sorunları hukuksal yollarla çözme yerine, hâlâ şiddet üzerinden çözme alışkanlıklarının değiştirilememesi.
1.7. Aileler arasındaki gelir/refah farklılığından kaynaklanan çıkar çatışması.
2. ACİL ÖNERİLER
“Çözümün yerelliği çözümün sürekliliğini getirir”
2.1. Bu olaya yönelik etkin “kriz masa”sı oluşturulmalıdır.
2.2. Bu olayın birinci derecede mağdurları olan kadın ve çocuklara yönelik, konunun uzmanları tarafından sürekli bir psiko-sosyal destek programı acilen başlatılmalıdır.
2.3. Köyde yaşamaya devam edenlerin ihtiyaçları karşılanmalıdır.
2.4. Medya, olayla ilgili yayınlarında mağdurları (özellikle çocukları) teşhir ederek mağdurların yaşadığı travmayı derinleştirecek yaklaşımlardan uzak durmalıdır.
2.5. Medya tarafından olayı etraflıca araştırmadan, gerçek ve objektif kaynaklara dayandırmadan yapılan yayınlara ve bunun sonucunda oluşan bilgi kirliliğine son verilmelidir.
3. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
3.1. Benzer sorunların çözümünde yaşanan yetersiz, yanlı, indirgemeci, cesaretten yoksun girişimler yerine sürekliliği olan “çözüm” üretme iradesi ortaya konulmalıdır.
3.2. Böyle bir şiddet eyleminin öğrenilebileceği toplumsal rol modellerinin kimler ve neler olduğu bulunarak gerekli önlemler alınmalıdır.
3.3. Koruculuk sistemi gözden geçirilmeli ve bu sistemin aşamalı bir şekilde kaldırılması düşünülmelidir. Koruculuk sistemine yönelik çözüm üretilirken toplumsal yapının son 30 yılda yaşadığı değişim de dikkate alınmalı ve buna uygun olarak bazı sosyal, kültürel ve ekonomik “geçiş” düzenlemeleri de yapılmalıdır. Bu düzenlemelerde silahlarını bırakacak olan koruculara güvenliklerinin sağlanacağına dair güvence verilmelidir.
3.4. Bölgede çok hızlı bir şekilde bireysel silahsızlanmaya gidilmeli, yurttaşlara güvenliklerinin devlet tarafından sağlanacağının güvencesi verilmelidir.
3.5. Hukuk ve adalet mekanizmasına olan güvenin arttırılması için sorunların kamu vicdanını rahatlatacak biçimde çözüme kavuşturulması gerekmektedir.
3.6. Bölgede kalıcı huzurun sağlanması için önlemler alınmalı, girişimler başlatılmalıdır. Köylerde aşiretler/aileler arasındaki çatışma ve anlaşmazlıklara yönelik araştırma yapılması, bunların sonucuna göre sosyal politikalar üretilmesi ve uygulanması gerekmektedir.
3.7. Bölgede sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik, istihdam ve sosyal hizmetler alanlarında sosyal politikalar geliştirilmeli ve uygulamaya konulmalıdır.
SONUÇ OLARAK:
Üniversitemiz bu olaya toplumsal sorumluluk bilinciyle yaklaşmaktadır. Toplumsal olayların tek nedenle açıklanamayacağı ön kabulünden hareketle olayın olası nedenleriyle ilgili olarak ileride alan araştırmasını da içeren daha kapsamlı bir çalışmanın yapılıp benzer olaylarla ilişkisi değerlendirilecektir. Bu çalışmalar sonrasında hazırlanacak daha geniş bir rapor kamuoyuyla paylaşılacaktır.
Raporu Hazırlayanlar:
Yrd. Doç. Dr. İbrahim ÖZCOŞAR (Tarih - Komisyon Bşk.)
Öğr. Gör.Fasih DİNÇ (Tarih)
Okt. Veysel GÜRHAN (Tarih)
Arş. Gör. Cengiz SAV (Psikoloji)
Arş. Gör. Hüseyin ÜNGÜR (Felsefe)
Arş. Gör. Ayşe İclal KÜÇÜKKIRCA (Felsefe)
Okt. Aziz AŞAN (Tarih)
Arş. Gör. Musa ÖZTÜRK (Sosyoloji)
Arş. Gör. Murat KÜÇÜK (Sosyoloji)
Arş. Gör. Z. Nurdan ATALAY GÜNEŞ (Sosyoloji)
Arş. Gör. İbrahim YÜCEDAĞ (Sosyoloji)
Arş. Gör. Adnan ÇETİN (Sosyoloji)
Arş. Gör. Ragıp ETE (Edebiyat)
Arş. Gör. Emrah ÖZDEMİR (Edebiyat)
Arş. Gör. Nuray MEMİŞ (Edebiyat)
Okt. Güneş EKMEKÇİ (Edebiyat)
2 Haziran 2009
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlama biçimi kutucuğundan Adı/Url 'yi seçerek, isminizi ve dilerseniz mail veya site adresinizi yazıp yorumunuzu gönderin. Yorumunuz Editör onayından geçerse yayınlanacaktır. Küfür, Hakaret, İftira ve SİYASİ içerikli yorumlar ve Adı Soyadı belirtilmeyen yorumlar yayınlanmıyacaktır. Surgucum