26 Eylül 2009

Tarihten kalan kent: Midyat

Tarihi ve kültürüyle cezbeden KENT
http://www.gunlukgazetesi.com/resimler/midyat_tarih_kent.jpg
Buranın toprakları büyülü; havası ise tarih, aşk, acı, yaratım ve yaşama dair akla gelebilecek her tür esintiyi yüzlere çarpıyor gibi. Ayağınızı bastığınız anda köksüzlük duygularınızı silip atıyor. Buralarda kendinize kök buluyorsunuz, geçmiş hikayeleriniz oluyor bir anda. Bir Süryani'nin, Ermeni'nin ya da bir Kürt'ün... Olmadı, bir Mehellimi'nin hayatında size ait öykülerle karşılaşıyorsunuz. Midyat'ın göbeğinde beslenen öykülerinizin çağrısının dayanılmaz ağırlığını duyuyorsunuz.

Kendine has sarı sarı taşlarına vuran güneş, yüzünüze derin bir eskilik katıyor. Herşey ve siz tarihin uzak köşelerinden çıkıp gelen fotoğraflara dönüyorsunuz. Zamanın derinliğini kadrajnda taşıyan eski fotoğraflara dönüyorsunuz. Burası geçmiş ile bugün arasındaki gizemli buluşmalara has bir haz veriyor. Bu nedenlerle sanki daha sahici oluyorsunuz. Sahici insanlara has bir huzuru sırtlıyorsunuz. Adını aldığı mağaraların arasına gizlenmiş hayatların tozlarını alıyorsunuz.

Midyat ya da tarihi adıyla Matiate, tarihi ve kültürleri sakladığı yüzüyle cazibesine çekiyor herkesi.

Biz de bu cazibeye kapılıp yüz sürüyoruz kapısına...

Tarihin cennetlik bahşettiği Mezopotamya'nın yüksekçe düzlüğüne kurulu kent, daha ilk anda şaşırtıyor. Hakkındaki efsaneleri ne çok hakkettiğini düşündürtüyor. Midyat taşı da denilen katore taşları ile örülü duvarlara vurarak yansıyan güneşle adeta yaldızlanıyor kent. Geniş duvarların ortasındaki köşk tarzı evler binbir gece masallarından çıkmış gibi yükseliyor. Geniş avluları ve kısa merdivenleri ile çıkılan evlerin, tarihi simgeleri cesurca taşımasına anlam veremiyorsunuz. Aklınıza ilk önce 'Bu kentin hepsi mi tarihten kaldı' sorusu geliyor. Sonra da içindekilere tarihin gizlediği insanlarmış gibi baktığınızı fark ediyorsunuz...

Heyecan duyuyorsunuz... Bir kent heyecan verir mi demeyin, farklı dinlerin ve dillerin birbirlerini kucakladığı Midyat hakikaten heyecan veriyor... İnanmayan denesin!

Sümer, Asur, Urartulardan Kürt, Süryani, Mehellimilere...

Sarımtırak duvarlarında kartpostalı andıran kentin tarihini yazılı belgeler MÖ 1000'li yıllara kadar götürüyor. Daha eski olması muhtemel bu yerleşim yeri adını ise tarihin bir zamanında Zerdüştilerin ateşgah olarak da kullandığı mağaralardan alıyor. Volkanik dağların arasındaki bu yerleşim yerine mağaralar kenti anlamına gelen Matiate adı veriliyor. Matiate adına MÖ 9. yüzyıla ait Asur tabletlerinde de rastlanıyor.

Mağaralar kenti Hasankeyf'e benzerliği dikkat çeken kent, dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri. Sümerlerin, Asurların, Urartuların, Makedonların, Perslerin ve Romalıların ve daha sonra da İslam'ın izlerini taşıyan günümüz Midyatı'na bir sentez kent demek emin olun abartılı olmaz.

Zira Midyat kelimesine Süryanice, Farsça ve Arapça karışımı bir anlam yükleyecek olursanız 'Ayna' anlamına da geliyor. İçinde barındırdığı çok renkli yapıyı yansıtıyor

İşte şimdi bu kültürler çeşnisinde Kürtlere, Süryanilere, Keldanilere, Mehellimilere ve Yezidilere yurt olan Midyat'ın her dokusu insan uygarlığının ulaşabileceği en yüksek buluşmayı temsil etmenin gururunu taşıyor.

Dillerin ve dinlerin kardeşliği

Tarihi dokusuna şaşırarak dolaştığınız kentte dillerin ve dinlerin buluşmasına hayranlık duymadan da edemiyorsunuz. Bir yandan çan sesi, diğer yandan ezan sesi ibadete çağırırken Midyatlıları, kimi Kürtçe, kimi Süryanice, kimi ise Mehellimice sesleniyor... Türkçe kullanılsa da ortak dili ağırlıkta Kürtçe oluşturuyor. Diller birbirine bakıyor. Süryanice soruya bazen Kürtçe, bazen Arapça yanıt geliyor. Tersi de oluyor... Dillerin kavga ettiği ve egemenlik kurduğu Türkiye'de çok dilli yaşamayı öğrenen bu kent hayranlığı hakkediyor.

Tarihi Midyat, modern Estel

Bu güzel kenti sadece Midyat olarak biliyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü Midyat kenti günümüzde Estel ve Midyat diye ayrılan iki yerleşim alanından oluşuyor. Süryanice'de Fidanlık anlamına gelen Estel, Midyat'tan farklı olarak modern kentleşmenin izlerini taşıyor. Tarihi dokusuna sadık kalan Midyat ile modern kentin izlerini taşıyan Estel, içerisindeki nüfus yoğunluğu ile de kısmi farklar barındırıyor...

Midyat kısmının ağırlıklı nüfusunu daha çok gayrimüslimler ve Kürtler oluştururken, Estel bölümünün ağırlıklı müdavimleri Araplardan, Mehellimilerden oluşuyor. Estel'in tarihi dokusunun bozularak günümüzün herhangi bir küçük yerleşim yerine dönmesi biraz hüzünlendiriyor doğrusu...

Estelcilik ve Midyatçılık ayrımının tarihsel arka planını araştıranların karşısına 1516-26 Osmanlı belgeleri çıkıyor. Karşılıklı iki tepeye kurulan kentlerden Estel o dönemde 60 haneli Müslüman Mehellemi cemaatinin olarak tanımlanırken, Midyat ise Süryani Ortodoks cemaatinin olarak geçiyor. O günden bugüne Estel'e göç eden Kürt ve Arap aileler Estelcilik içinde eriyor. Midyat'a gelen Müslüman da olsa kendilerini Midyatlı görüp karşı tarafı Estelci görüyor. Bu kadar barışık bir kentin kırılma noktası da bu iki isimde gizleniyor.

Görkemli yapılar bir arada

Bu tarihi kentin en görkemli yapılarını inanç merkezleri oluşturuyor. Mimari yapısındaki büyüleyiciliğe kapılmadan kenti dolaşana pek rastlanmıyor...

Kent önemli dini ve tarihi yapılara ev sahipliği yapıyor... Süryani dilinde 'Yoldath Aloha', Arapça'da 'El Hadra' (Bakire) olan Meryem Ana Kilisesi, Mor Gabriel Manastırı (Deyrul Umur), Cevatpaşa Camii, Merkez Ulu Camii, Hah Harabeleri, Mor Loozor Manastırı, Mor Serkis ve Bakos Manastırı, Mor Dimet Kilisesi, Merkez H. A. Rahman Cami, Mor Estafanos Kilisesi, Mor Habil, Mor Abrohom Manastırı...

Bir yüzünde hep acı saklı

Midyat gezimiz kenti dolaşarak başlıyor. Şehrin tüm yapısı tarihi olmasa da Midyat'a özgü kataro taşı ile yapılan ve Mezopotamya figürleri ile süslenen yapılar, tüm kentin tarih öncesine ait olduğu hissiyatını uyandırıyor.

Evlerin avlusunda bulunan derin bîrler (su kuyuları) ise dikkatlerden kaçmıyor. Nerede ise her evde temiz su kuyuları bulunuyor...

Kentteki kilise ve cami yoğunluğu dikkat çekiyor. Az ileride duran bir Ermeni Kilisesi'ni dolaşmak istiyoruz... Ne yazık ki, kapalı. Çünkü bir zamanlar yaşadıkları kenti Ermeniler terk edeli epey zaman oluyor. Buradaki Ermenilere ne olduğunu bilen bir mahcubiyetle kilisenin kapalı kapısından dönüyoruz...

Aklımız 1915 olaylarında kalıyor. Bu kentte 1915'in can yakan bakışları dolaşıyor. Ermenilerin 'Büyük Felaket' dedikleri o günlere, yaşananlardan Ermeniler kadar nasiplerini alan Süryaniler 'Seyfo' yani 'Kılıç zamanı' diyor. Gayrimüslimlerin gözlerindeki Seyfo zamanından kalma korku ve birazcık da ürkeklik dikkatten kaçmıyor...

Az sonra kızlı erkekli bir grup çocuk etrafımızı sarıyor. Seriye takılmış gibi konuşuyorlar: 'Abla sizi kiliselere, Sıla'nın evine, Bir Bulut Olsam'ın evine götürelim mi?' Arada bize şehrin tarihinden bahsediyorlar. Ama maalesef bilgilerine bizden alıcı bulamıyorlar...

Davetsiz konuklar

Hafif yokuşlu dar sokakları dolaşırken kendimizi büyük kapılı bir evin önünde buluyoruz. Destursuz daldığımız iki katlı evin girişinde önce bir su kuyusuna, sonra da ev yapımı Midyat şaraplarına rastlıyoruz. Evin üst katındaki ev sahipleri şaşkın bakışlarla bize bakıyorlar... Sonra şaşkınlıklarını bir kenara bırakıp davetsiz konuklarına bir Midyat evini göstermenin telaşı ile davet ediyorlar.

Evin kimi yerleri eski, kimi yerleri ise yeni yapılmış... Geniş avlulu ev bir konak gibi... Süslü trabzanlarla çevrili merdivenleri çıkıp damından Midyat'ı izliyoruz. Muhteşem görünüyor. Çanlar, konaklar, kıvrımlı yapılar Midyat taşına bürünmüş... Tüm kent tek elden çıkmış gibi geliyor...

Evren'in konuştuğu yerde

Hemen yanıbaşımızda yükselen bir yapı ise muhteşem bir konak gibi. Oraya gidiyoruz. Bu tarihi yapı şimdi bir konukevi olarak kullanılsa da tüm Türkiye burayı 'Sıla'nın evi' olarak tanıyor.

Alt katta tertemiz bir su kuyusu ve genişçe bir mutfak uzanıyor. Karşı tarafta ahşap damlı bir yapı daha uzanıyor. Merdivenleri ve katları önce bir çırpıda çıkıyoruz... Sonra inceleye inceleye iniyoruz...

En üst katta demir trabzanlarla süslenen küçük balkona çıkıyoruz. Balkonun dışa bakan yüzünde dikkat çeken figürleri izliyoruz. Ordan da Midyat'a bakıyoruz...

Rehberimiz '1980 Askeri Darbesi'nden sonra cumhurbaşkanı olan Kenan Evren burada halka hitap etti' diyor. Bu bilgi bir anda balkona başka bir nazarla bakmamıza yol açıyor. 'Burada kaç kişiye bu darbe generali hitap etti acaba?' diye düşünüyorum...

Az ilerde kentin dışına doğru görülen geniş yapıya gözüm takılıyor. Oraya Topçular Kilisesi deniyormuş. Asıl adı Mor Hobil olan kiliseye bir vakitler ordunun topçuları yerleştirilince adı halk arasında Topçular Kilisesi olarak kalıyor.

Konukevinin bir alt katına inerken balkon kısmında gözcü kulesini ve mevziyi hatırlatan kapalı bir mekan dikkat çekiyor. Buranın çok eskiden savaş için kullanıldığı söyleniyor bize. Bu muhteşem konağın bir yüzünde saklı olan savaş hikayesi şaşırtıyor. Yaşam ve savaş madalyonun iki vazgeçilmez yüzü gibi duruyor konakta...

Katları dolaşmayı bitirdiğimizde, 'Burada ancak bir aşiret reisi yaşamıştır' diyoruz ve yanılmıyoruz. Kentte hâlâ varlığını sürdüren ağa-aşiret düzenine has çizgilere pek çok yerde rastlıyoruz...

Topçular Kilisesi'nde 'adanmış' bir hayat

Topçular ya da namı diğer Mor Hobil-Mor Abrohom Manastırı'ndan içeriye girdiğimizde güneşin altında dantel işleyen bir kadın yüzünü kapatarak kaçıyor. Az ilerde ise siyahlar giyinmiş bir başka kadın ise arkasını dönüyor. Bunların manastırın rahibeleri olduğunu anlıyoruz. Onları daha çok utandırmadan tarihi yapının kilise kısmına geçiyoruz.

Orada dikkatimizi Arap yazısına benzer yazılar çekiyor. Yazıların Aramice olduğunu öğreniyoruz. Farklı farklı yazılan yazılar dikkatimizi çekince kilisedeki bir genç 'Aynı yazının 7 farklı çeşidi var' diyerek şaşkınlığımızı gideriyor.

Metropolitlerin resim ve mezarlıklarını da gösteriyor. Metropolitlerin mahşer günü İsa'yı ayakta karşılamak için dik ya da oturulmuş şekilde defnedildiklerini anlatıyor.

Kiliseden çıkarken manastır bahçesinde ufak tefek işlerle uğraşan rahibe kadınlar aklıma takılıyor. Yaşlıca ama dingin yüzlü bir tanesinin yanına oturuyoruz. Yanımdaki arkadaşım resim çekmeye kalkınca Kürtçe istemediğini anlatıyor. 'İnancımıza göre bizim resim çektirmemiz günah' deyince, fotoğraflarını çekmekten vazgeçiyoruz.

Ama o dingin yüzün hikayesini de merak ediyoruz. Adının Feride olduğunu söyleyen Süryani rahibe, birkaç yıldır manastırdan çıkmadığını anlatıyor. Çok konuşmaktan hoşlanmıyor. Ama sorularımıza da yanıt veriyor.

Türkçe sorularıma ısrarla Kürtçe yanıt vermesi üzerine 'Niçin' diyorum. 'Dilimiz babamızdır, atamızdır. Dilimizi unutursak atamızı babamızı unutmuş oluruz' diyor. Niçin fotoğraf çektirmediğini sorduğum anda ise bize geniş demir kapıyı gösteriyor: 'Şu kapıdan girdiğimiz andan itibaren dünyevi her şeye sırtımızı döneriz. Kalıcı olan öbür dünyaya hazırlanırız. Biz buraya ömrümüzü tamamlamaya geldik. Kendimizi bu dünya için ölü sayıyoruz.'

Anlatımından ve bakışlarındaki dinginlikten Feride'nin öyküsünün 'adanmış' olduğunu anlıyoruz...

İnançların ve dillerin acılardan sonra kardeşliğe ulaştığı bu kentte herkesin; bir yüzünün Hıristiyan, bir yüzünün ise Müslüman ya da Yezidi olduğunu... Dilinin bir yanının Kürt, bir yanının ise Asuri ya da Mehellimice olduğunu anlıyoruz... Hayatların bir yüzünün bu dünya, diğer yüzünün ise öbür dünyaya döndüğünü öğreniyoruz... Tıpkı tarihten çıkıp gelen, ancak bugünü de yaşayan Midyat gibi...

Sitere Ana'nın ferman korkusu

Sitere Ana'ya sokakta rastlıyoruz. Tombul ve güleç yüzüne hemen ısınıyoruz. Bizimle önce Kürtçe konuşuyor. Rehberimiz Süryanice konuşmaya başlayınca o da keyiflenerek anadilinde konuşmaya başlıyor. Rehberimiz bir Kürt. Ancak Süryanice öğrenmek için kursa gidiyor. 'Bir Midyatlı Midyat'ın olan şeyleri bilmeli' diyor. Bu çok dilli hal bizi biraz da mest ediyor. Halkın hemen hemen hepsi Kürtçe biliyor. Bunun yanında ise Mehellimiler ve Süryaniler kendi dillerini de biliyor. Çok az Kürt'ün diğer dilleri bilmesi ise bizi düşündürüyor. Egemen olanın diğer yerel dillere ilgisizliği dikkatimden kaçmıyor.

Sitere Ana, eli kolu ile Midyat'ı anlatıyor. Biz, Süryanilerin buralarda güvenli yaşayıp yaşamadığını sordukça, o çevreyi anlatıyor. Israrlı sorularımız karşısında dayanamayarak, 'Buralarda aşiret var, onlarsa Süryanileri bir de yoksulları eziyor' diyor. Eli ile tarlaları işaret ederek 'Hepsi onların, bizler onların xulamlarıyız' diyor. Süryanilerde ağalığın hiç olmadığını söyleyen Sitere Ana, şimdiki aşiret reisi ağaların aynı zamanda korucu olduğunu anlatıyor. Felemeze Cuma, Felemeze Aslan, Süleyman Çelebi, Abdullah Taş isimli ağaların isimlerini bir solukta sıralıyor.

Ağalardan bahsederken ferman zamanından korktuğunu anlatıyor. Fermanın ise gayrimüslimlerin geçmişte yaşadığı mezalime denk geldiğini daha sonra anlıyoruz. Sitere Ana'dan ayrılıp Topçular Kilisesi'ne doğru ilerliyoruz... Yolda tarlalarda açan çiçekleri hayranlıkla izliyoruz...

Yüksel GENÇ - Günlük Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlama biçimi kutucuğundan Adı/Url 'yi seçerek, isminizi ve dilerseniz mail veya site adresinizi yazıp yorumunuzu gönderin. Yorumunuz Editör onayından geçerse yayınlanacaktır. Küfür, Hakaret, İftira ve SİYASİ içerikli yorumlar ve Adı Soyadı belirtilmeyen yorumlar yayınlanmıyacaktır. Surgucum