24 Mayıs 2008

Lütfi ÖZGÜNAYDIN MARDİN Adlı kitabı

MARDİN'E ÖZLEMLE

Sıcak bir sonbahar gününde Mardin'e indik. Kentin karşısına geçip durduk. Kalenin önüne sıralanmış taş evlere bakakaldım. Bambaşka bir kentin karşısın daydım. Garip bir duy-guya belendim. Yolun kıyısındaki taş duvarın üstüne oturdum, üç ayağımı çıkartıp makinemi yerleştirdim, kente vizörden bakma-ya başladım. Gün bat-mak üzereydi. Taş evlerin batıya dönük yüzleri altın sarısına boyandı. Sanki tual üzerine resim yapıyordu gözlerim. Hafif bir yel esti. Önümdeki badem ağacının yaprakları hışırdadı. Güvercinler uçtu kente doğru. Uçurtmalarla buluştu güvercinler, laciverde kesen gökyüzünde dolaşmaya başladılar. Dile geldi önümdeki panorama. Kentin sözlerini not etmeye başladım. Hissettiklerim kentin ilk sözleriydi, yaşamalıydım, konuşmalıydım onunla. Kentin kişiliğiydi gördüklerim. Ressamın paha biçilmez tablosuna bakar gibi dalıp gittim.

Işıklar yanıncaya kadar öylece kalakaldım kentin karşısında. Işıklar yanınca kale gerdanlığını taktı. Beyaz tenli bir güzelin boynuna takılı pırlanta gibi. Yüz yüze kalmıştık. Tam karşı karşıya. Sevgiliye bakan bir çift göz gibi, kent bana bakıyordu. Çok şey anlatacağını hissettiriyordu. Anlayamadığım ama yüreğimde hissettiğim bir sihre bulanmıştım. Silinmez bir sihir. Kentin sokaklarına girip dinlemeliydim anlatılanları. Kent konuşacaktı. Ben onu sevdim, o da beni. Sevgiyi hissetim.Sihir silinmedi, sevgi de... Beş yıl gidip geldim Mardin'e. Bazen ilkbaharda bazen sonbahar bazen de yaz sıcağında... Fotoğraflarıma, denemelerimi ekledim. Bu kitap öyle tamamlandı.

Yüreğimdeki sevgiye özlem karıştı sonrasında. Ne zaman "Mardin" deseler, "Ne çok özledim" diyorum şimdi. Aramızda geçen-leri paylaşınca siz de anlayacaksınız bu ken-tin vazgeçilmezliğini...











DİLLER BİR SENFONİ

Kent önümde. Taş evlere sırt çeviren beton binalar, yoz görüntüleriyle estetik değerlere yoldaş olamamış. Birbirine kaş çatıyor burada taş ve beton... Taş, kızgın yüzyılların ruhunu serdiği yamaçta ayrık ot istemiyor. Yeşil, tek düze çimen gibi sırt sırta verip yüzyıllarca yaşamak istiyor taş evler. Ayaklarımın altındaki asfalt yaylanı-yor sanki. İnsanlar geçiyor. Kimi Türkçe kimi Arapça kimi Kürtçe konuşuyor. Yaşlı biri duruyor ilerde, önce Arapça sesleniyor birine sonra yanından geçene Kürtçe bir şeyler söylüyor, Türkçe yanıt veriyor. Mardin'de diller kol kola girmiş. Bir senfoni gibi karanlığın içine düşüyor sözcükler...Taş evlerin yüzeylerinde geziyor... Akustik ayrı ama anlamları bir... Diller birbirini anlıyor.Diller kol kola. Yüzyıllar boyu diller ve dinler birbirine komşu olmuş sokaklarda. Kah türkülerde kah acılarda kah sevgilerde. Asfalt ayağımın altında, yanımda dillerden düşen sözler karanlığa karışarak kente doğru yürüdüm. Her şeyi dinliyorum. Yanımdan geçen atların nallarından çıkan sesi. Hiç durmadan yanımdan geçen araçların homurtusunu ve dillerden düşen sözcükleri dinliyorum. Daracık sokaklar başlıyor caddenin iki yanında. Kent anlatmaya başlıyor kendisini. Dükkanlara kilit vuruyor insanlar... Sıcacık karşılıyorlar insanı. Akşamın bunaltıcı sıcaklığının üstüne düşüyor içten selamlaşmanın serinliği.

PENCERELERDEN MEZOPOTAMYA OVASINA

Güneş son ışığını hırsla gönderiyor evlerin üstüne. Taş evlerin yüzeyleri, köşeleri kızıla boyanıyor. Gölgeler mahsun, son ışık heyecanlı. Heyecan var çünkü dakikalar sonra sunduğu görsel şölenin sona ereceğini biliyor. Zamanın acımasızlığı alıp götürecek onu evlerin üstünden.

Güneş ovayı fosfor gibi parıldatıyor. Tarlalar renkleniyor son ışığın önünde. Kafesli pencerenin önüne kurulan Mardinliler ovaya bakıyor. Güneş öylesine keyifleniyor ki düzlükte renkten renge konuyor. Sonra yavaş yavaş yenik düşüyor karanlığa; ovanın üstünden siliniyor. Gölge iniyor gün boyu güneşten kavrulan ovanın üstüne. Irgatlar çapalarını sırtlarına vuruyor. Akşam yelinin önünde tarlalardaki ekinler dalgalanıyor. Renkler bir bir silinip duman rengine bürünüyor ova. Koca ova deniz oluyor bir anda. Yanıp tutuşanlar, taş pencerenin önüne kurulup bakanlar denizin maviliğini buyur ediyorlar gözlerinin içine. Yaz sıcağına serinlik düşüyor. Ova bir baştan bir başa pencerenin önündekilere bu akşam keyfini yaşatıyor. Denize iniyor Mardinli. Bedenleri değil ama yürekleri düşüyor masmavi denizin içine.

Bir bardak şarap kalkıyor havaya pencerenin önünde. Ovanın güneşle yanıp tutuşmuş üzümlerinin buruk tadı damağa bulaşıyor. Çıkıp gidiyor pencerenin önünde oturanlar. Kimisi Mezopotamya ovasının derinliklerine iniyor. Kimisi Akdeniz'e kimi Karadeniz'e... Ovanın gizemine kapılanlar yüzyılların uçurumuna iniyor. Denizde yitinceye dek. Her şey karanlığa gömülünceye dek öylece bekliyor pencerenin önünde olanlar ve damda serin rüzgara bedenlerini sunanlar. Ova ile barışık kent. Hiçbir ev sırtını dönmemiş bu uçsuz bucaksız deryaya. Binlerce yıl olup biteni görmek için pür dikkat ovaya bakıyor pencereler...


EFSANELER KOL GEZER

Her taşın her sokağın bir efsanesi var sanki... Daracık sokağın içinde, duvardaki taş dile gelir yürürken. Efsaneler karışır sokağın görüntüsüne... Her bir şey dile gelip anlatır geçmişi... Geçmiş ve gelecek bir olur önünüzde... Selam durup söyleşirler. Sokağın içinde sahne kurulur, oyun başlar. Taşlar anlatır elleri, çek­içleri. Çekiç sesleri fon müziği oluşturur. Çekiç sesleri notaya dönüşür. Aşk nameleri düşer sokağın içine. İçli nağmelerin sonu acıdır. Acılar gelir orta yere. Sokağın acıları. Mahcup kadınların duvar dibindeki sohbetlerin-den kahkahalar karışır acıların içine. Güneş sabah bir duvardadır akşam diğerinde. Göl-geye saklanıp ışığa bakar sokağın kadınları. Minareler, çan kuleleri üstten bakarlar sokağın içindeki oyuna... Çan sesi katılır çekiç sesine. Ezan sesi süsler sokağın üstünü baştan başa. Huşu ile bakar insanlar gökyüzüne. Güvercinler geçer. Takla atıp düşerler sokağın içine...

Peş peşe gelir güvercinler peş peşe düşerler oyunun ortasına. Zaman geçmişi tel tel döker sokağın içine. Yitip giden zaman, güvercinin kanatlarına bağlanmıştır. Geçmişin oyunlarını getirir güvercinler. Geçmişin varsıllıklarını, yoksulluklarını, acılarını, sev dalarını...

Çekiç sesi sürer sokağın içinde... Güvercinler damların ucuna çıkıp dizilirler. Mezopotamya ovasından fırtına kopup gelir. Savaşlar kılıçlarla sakırdar oyunun içinde. Taşlar aşka gelip anlatırlar gördük­lerini... Birbirine karışır sesler. Sokağın içindeki bin yıllık oyun sürer. Çocuk sesi gelir evin içinden. Çocuk ağlamaktadır. Kadın kocasına sarılır aşkla. Güvercinler kanat çırpar gökyüzüne. Taşlar sürdürürler sözlerini... Geçmiş ve gün buradadır, sokağın içinde... Taşlar da burada güvercinler de.

Güneş yorulmuştur bir kez daha kaçar sokağın içinden. Efsaneler iner sokağın içine. Sokaklara dağılırlar; yüzyıllık, bin yıllık sözler. Efsaneler kol gezer Mardin'de...


SİHİRLİ GEÇİT

Yaz sıcağında daracık sokaklarda kan ter içinde yürürken birden abbara çıkıyor karşınıza; üstünde hayat içinde serinlik var. Doğal bir klima abbara. Sıcacık hava konutların altındaki bu gizemli dehlizde, buz gibi olup bedeninizi sarıyor.

Dolaşmak yok, arka sokağa geçmek için abbaralar size yol açıyor. Altın yamaçta kurulan Mardin kenti her karış toprağı fonksiyonel olarak değerlendirmiş. Konutların altından bir sokaktan diğer sokağa geçiyorsunuz kolayca.

Bendeniz, her abbaraya girişte maki-nelerimi duvar dibine koyup tarihi taşlara dayadım sırtımı, abba-ranın söylemine kulak kabarttım. Bedenim se-rinliğin keyfine kapıl-mışken ne çok aşk öyküsü dinledim. Bıçkın delikanlının vücudunu yay gibi gerip gözlerini siyahi renklere, taşlara dikerek bekleyişini ve sonuçlanan kabadayılık öykülerini... Ya yaşam? Hemen üstünüzde. Abbaradan geçenlerin üstüne basmış oturuyor üstte olanlar. Pence-reler sokağın içine akşam ışığını indiriyor. Dar sokakların çöpçüsü öylesine alışkın ki sokağın derinliğine. Süpürgesini serinliğin getirdiği keyifle sallıyor. Yüzyıllardır bu sokakların artıklarını taşıyan eşekler bile abbaranın serinliğinden çıkmak istemiyor.

Akşamın lacivert ışığının üstüne pencereden gelen elektrik ampulünün sarı ışığı düşmüştü. Abbarayı, akşamı gelip geçenleri kadraja katmak için uğraşırken üstten hayatın içinden birisi eşimle beni evine davet etti. Taş pencereleri motif motif işlenmiş hat sanatı ile yazıların duvara konduğu giriş kapısından geçip içeri girdik. Mutfakta bir Mardin çorbası ikram etti bize. İnsan sevgisiyle dolu içten bu Mardinli kadının yüzündeki çizgilerde hemen hüznü hissettik, içerde kubbeli odanın duvarında duran oğlunun fotoğrafını gösterdi bize. Bir şehit annesiydi karşımızda duran. Acılar yüzündeydi ama gururu sözlerindeydi. Garip bir akşamdı şehit annesiyle geçen.

Çorbanın tadı damağımızda, şehit annesinin acısı yüreğimizde, dışarı çıkıp yürüdük.


MANASTIRLAR
Mardin'de çok ünlü mabedler var. Eşsiz eser Ulu Cami gibi Süryaniler'in de manas-tırı var. Deyrulzafaran, Midyat'taki Mort Gabriel ve köylerde birçok önemli kilise ve manastır hepsi taş işçiliğin önemli eserleri. Son yıllarda Süryani cemati bu manastırları restore etti, eski görünümlerine kavuşturdu. Mardin'in içindeki Mort Şmuni Kilisesi'ni de Özkök ailesi restore ettirdi. Lütfi Özkök'ün öncülük ettiği bu restorasyon sonucunda bir açılış yapıldı. Açılışı ben de izledim. Orada dinledim Mort Şmuni'nin öyküsünü... Kral Antiyakus tanrıya gönülden bağlı anneyi ve çok iyi yetişmiş yedi oğlunu huzuruna çağırarak yasak şeyleri yemelerini ve putlara tapmalarını istiyor. Çocuklar önlerine getirilen işkence aletlerine bakarak kralın isteğini reddediyor. Yedi kardeş inançlarından ötürü orada işkence edilerek öldürülüyor. Bu olay dinsel bir anlatı olarak yüzyıllardır yaşıyor. Bu olaydan sonra birçok yerde Mort Şmuni kiliseleri yapılıyor. Mardin'deki bu kilise bakımsız bir haldeyken Lütfi Özkök'ün öncülüğünde Özkök ailesi tarafından restore ettirildi. Mardin'in kültürel değerlerine yeni bir eser daha katılmış oldu. Açılışta yapılan ayine bütün Süryaniler katıldı. Bayanların fotoğrafını ayin sırasında çektim. Mardin'de diller kadar, dinler de diyalog içinde. Geçtiğimiz yıl içinde de Kasımiye Medresesi'nde, dinler arası diyalog toplantısı yapılmıştı. Ayrı dinden olanlar birbirine saygı gösteriyor, onların önemli günlerine, bayramlarına katılıyor. Bu yüzyıllardır süren bir gelenek. Dünyanın Mardin'in mimari değerleri kadar, dinler arasında sağladığı ilişkileri ele alıp incelemesi gerek. Mardin dünyaya örnek olacak bir kent. Yüzyıllar içinde kalan Mardin'deki yaşam sosyolojik biçimde incelendiğinde, örnek sonuçlar ortaya dökülecektir.

MARDİN GÜVERCİNSİZ OLUR MU?

Kent altın sarısına bürünmüş. Serinliği bekleyenler taş evlerin damlarına dizilmişler. Serinlik geldi gelecek. Mezopotamya ovasında birikiyor şimdi. Akşam güneşi ile sarmaş dolaş kentin üstüne koşacağı anı bekliyor. Damlarda insanlar. Günün sıcaklığı bedenlerinde. Ovaya iç boşaltmak için hazır bekleşiyorlar... Güvercinler uçuyor damdan dama... Ulu Cami'nin minaresinin çevresini dolaşıp taklalar atıyor güvercinler. Tüm yaşamını güvercinlere adayanlar akşam yelinin önünde keyfin üstüne keyif koyacaklar... Güvercinler taklaya hazır. Beyaz siyah paçalı güvercinler, damın ucu-na dizilmiş bekleşiyor... Güvercinlerine hayran, hayran bakan Mardinli bir genç, "Mardin güver-cinsiz olmaz" diyor. Akşam yeli kopup geliyor ovadan. Öyle bir serinlik ki içine işliyor insanın... Güvercinler havalanıp takla atmaya başlıyor kentin üstünde. Binlerce yıldan beri böyle takla atarlarmış. Acıların sevinçlerin sevdaların üstüne kanat çırparlarmış.

Üstte zincirli medrese gururlanmış öylece duruyor. Güvencinler kanat dendiriyor medresenin taş kümbetlerine. "Nedir bu tutku?" diye sorası geliyor insanın. En iyisi sormamak... Çuval, çuval buğdayları dama dizen Mardinli'ye bu soru yakışmaz. Kazandığının yarısını güvercinlerine yediren insanı bu soru yaralar. Küçücük kuşa duyduğu sevgi tüm canları sarıyor çünkü. Güvercin evinin içinde kuşlarına sevgi sunan küçük Mehmet ve yol kıyısında güvercinlerle muhabbete dalmış çocuklar sevgi ve dostluğun sembolleri... Damlarda insanlar güvercinlerin taklalarına bakıyor. Güvercinler ovanın sonsuzluğuna takla atıyor. Güvercinler akşam yeline konuyor kentin üstünde. Güvercinler Mardin'e yakışıyor.


ZİNCİRİN TILSIMI

Ulu Cami görkemli yapıt... Minaresi kentin sembolü... Her noktada gözünüzün içinde... Yaz sıcağında cami avlusunun yeşilleri altına saklanıp serinliği yudumlarken minarenin haşmetini algılıyorsu-nuz. Taşlar uçup gitmiş gökyüzüne. Üstün-de ayetler yazılmış. Yukar-da Zinciriye Medresesi, aşağıda Ulu Cami. Kentin sembolleri. Aklı-nızdaki sembolleri birbirine düğüm ederken eski bir efsane gelip oturuyor önünüze. Zinciriye Medresesi ile Ulu Cami arasında yıllar önce bir zincir varmış, iki kutsal yapıt birbirine bağlıymış. Neden bağlanmış birbirine acaba? Kutsiyetleri birbirini güçlendirirmiş. Kenti koruyup kollarmış bu bağlılık. Gerçekten bir tılsımı varmış bu bağlılığın. Kenti kötülüklerden korurmuş. Özellikle insanı... Yaz sıcağında kente dağılan yılanlar, akrepler bu tılsıma çarpar düşerlermiş yere. Hiç kimseyi akrep sokmazmış. Mezopotamya'nın akrepleri el gibi. Zehri morartır öldürür insanı. Ne zaman ki bu zincir kırılmış, o zaman tılsım bozulmuş. Akrepler bayram etmiş.

Zinciriye'nin zinciri yok ama anlatılan efsanesi var. Ulu Cami muhteşem kolonları, minaresi, bahçesi ile kentin tam ortasında. Zinciriye kalenin dibinde. Her gün birbirlerine el uzatıyorlar hasretle. Zincir kırılınca bağları kopmuş. Ruhları ayrı düşmüş. Ama kentin panoraması içinde yine birlikteler. Zincirle değil ama kentin karşısına geçip hayranlıkla bakan insanlar onları gözleri ile birleştiriyor. Ellerini kavuşturup tılsımı görsel düzlemde birleştiriyorlar... Yüzyıllık minarenin üzerinden kalkan güvercinler biraz sonra Zinciriye Medresesi'nin kümbetinin üstüne konuyor. Kuşlarda ışık da gözler de onları hep ele ele tutuşturuyor.


MARDİN KALESİ

Evliya Çelebi diyor ki, "Tarif etmekte, lisan kısa, kalem kırıktır..." Ne zaman kaleye baksam bu sözü anımsadım. Bazen bulutlara sarılıyor, bazen gökyüzüyle el ele tutuşuyor. Kentin her bir noktasından bakınca, değişik görünümler sunuyor. Işıkla oyun oynuyor kentin üstünde. Sabah başka, akşam bir başka görünüm sunuyor. Bazen mağrur bazen duygusal...

Ne çok şey yaşamış Mardin Kalesi. Yunus Peygamber yaşamış burada. Yaz aylarında buraya gelir, ibadet eder, zindeleşirmiş. Dara hükümdarı yaz sıcağında tepesine çıkar serinliği içermiş. Öyle bir havası varmış ki, ölüyü diriltirmiş... Nice prenses gelip burada derdine çare bulmuş. Kale kentin üstüne eğiliyor sanki... Sevgiyle kucaklıyor her bir şeyi... Ve hep korumaya hazır olduğunu söylüyor. Tarihsel bilgiler kadar anılar da yaşıyor insanların dilinde... Yaşlılar hep kaleye tırmanıp oralarda oyun oynadıklarını anlatıyorlar. Kalenin eteğinde geçen günleri ve kalenin içindekileri anımsıyorlar. Mağaralar, sarnıçlar ve burçlar... Gökyüzünden düşen tüm yağmur taneleri sarnıçlara dolarmış o günlerde... Mezopotamya'da bir avuç su hayattır. En çetin savaşları görmüş... Peygamberler, hükümdarlar çıkmış tepesine. Bazen yaşam bazen ölüm kol gezmiş burçlarında. Hastalık binlerce insanı bir anda bitirmiş bomboş kalmış kale. Asırlar önce salgın hastalıklar geldi mi ocakların tümü sönermiş. Geçmişi almış koynuna gökyüzüne tırmanıyor. Ne çok yakışıyor Mezopotamya ovasına... Günümüzde akşamları kale ışıkla donatılıyor. Her akşam bir deste çiçek alan sevgili gibi keyifleniyor. Kent kaleye omuz verip güçleniyor ve umutla içtenlikle geleceğe bakıyor...








DEREİÇİ KÖYÜ

Bozkırdan yeşilin içine düştüm.Yol kıyısında sürüp giden yeşilliğin ardından Savur dimdik bir tepeye sarılmış öylece bekliyordu beni. Kollarıyla sımsıkı sarılmıştı tepeye... Konağı-nın damından bakınca bu hisse kapıldım. Sonra sokaklarda abbaraların içinde yine taş işçiliğinin doruğa ulaştığı yüzeylerde görsel tarihine baktım Savur'un. Tüm konutlarıyla taş olgusuyla kalsaydı, betonla kirlenmeseydi taş evler tepenin boynuna asılmış inci gibi olacaktı. Savur'da inci gibi bir oda gördüm, insanın aklını alacak güzellikte bir oda beyaz örtüleri, ahşap işçiliğiyle yüzyıllık yaşamı simgeliyordu. Savur'dan Dereiçi köyüne yine yeşillere üzüm bağlarına teğet yürüdük. Ballı üzümler, susuz toprağın bağrından fışkıran asmala-rın yeşil yapraklarının ara-sından parıldıyordu. Bir hazine Dereiçi köyü. Yeniden ele alınsa sokakları, evleri, kilisesi onarılsa bir Venedik eder. Prof. Metin Hoca gelmiş hemen girişteki caddeyi onarıp açmak istemiş. Hoca bu ülkenin değerlerinin sahibi. Ayak izi her yerde. Bir ev çektim. Biri duruyordu yetmesinde. Dimdik öylece duruyordu. Bir insan bir ev... Şimdi yüreğime düştü o görüntü. İlk kez gördüğüm köy kül-lenmiş mücevher gibi... Bu külleri kaldırıp parlatmak gerek her şeyi. Kilisenin önündeki mezarın önünde öylece kaldım. Süryani kiliselerinin avlularına önemli insanlar gömülebiliyor. Görkemli mezar orada köyün geçmişini anlatıyor sanki. Evlerin doğa ile uyumu insana huzur veriyor. Boş olsa da evler. Köyün doğa üzerindeki duruşu öylesine çok şey anlatıyor ki... İnsan burada doğaya duyduğu saygıyı ortaya koyuyor. "Bu köy yaşamalı" diyor insan içinden... Bu köy yaşatılmalı. Doğa ile uyumu tüm insanlar görmeli... Asıl bu köyün insanları köye el uzatmalı... Parıltılı üzümlerin sarıp sarmaladığı buruk şarap tadındaki görsel değerlere herkesin gözü değmeli. Böylesi kaç köy var doğa üstünde? Böylesine estetik, böylesine uyumlu huzur veren kaç köy vardır? Dereiçi kiliseleri, mezarları ve boynu bükük evleri ile orada duruyor. Hiç değilse beton yapıştırılmasa bu konutlara. Olduğu gibi tüm onurları ile öylece yaşasalar... Motifleri, gölgeleri, gün sonunda sararan taşları ile tepenin önünde öylece dizili kalarak yaşayabildikleri kadar yaşasalar. Beton kirletmese o evleri. Altına bakır katılmasın. Öylece parıltılar saçsın.

KAHVESİNİ ÖNÜNE KOYDU VE ÖYLECE BAKTI

Buyur etti, evine girdik. Tipik bir Mardin evi. Taş tavanlı odanın ahşap koltuklarına oturduk. Kahvelerimiz geldi. O kalkıp karşıdaki geyikli halının önüne oturdu. Üstte bir fotoğraf var, biraz eğ-rilmiş. "Gençliğim" dedi kahvesini yudumlar-ken..Dönüp baktı du-vardaki eğrilen resmine içini çekti... Odanın duvarlarında gezdirdi gözlerini. Duvarlar bir sinema sahnesi gibiydi onun için... Geçip gitti onca yıl... Arkada geyikler, kocaman boy-nuzlarını dikmiş hayalin içine girmişlerdi. Bir yudum aldı kahvesin-den, hemen babasını anlatmaya başladı. Bu ev babasından kalmıştı ona, 'yadigar'.. Mardin'deki tüm evler gibi yadigardı ona... Bakıp korumuş bugün-lere getirmişti. Neler geçmişti neler... Torun-lar onu dinliyorlardı. Sesi odanın taş duvarlarında geziniyor-du. Nice ses vardır duvarın üstünde. Üst üste yığılmıştır tümceler. Zaman onları istifleyip yığmıştır. Keşke sesler kalsa, İstediğimiz sesleri dinleyebilsek. Evleri dışardan dinleyince hiç ses duyamazsınız. Kat kat taş duvarın altında kalır sesler. Önce kalın bir duvarla ev zırha bürünür. Sokaktan ayrılır. Avludan sonra başlar ev. Yine kalın taş duvarların ardında kalır odalar. Kalın duvarlar çevirir evi. Odalarda sofalarda avlunun içine saklanır. Acılı, baharatlı sofraların sonunda sohbetin içindedir kahve. Kahvesi önünde, fotoğrafı duvarda, kalın duvarların çevirdiği odasında, geçmiş gelir geçer dil süzgecinden. Geyikler duvarda geçmişin izleridir. Mekanların dostudur geyikler, ipek üstüne konar öylece bakarlar odanın içine. Niye asılırlar böyle duvarlara bilinmez.


MEZARLAR KENTE BAKAR

Her gün birbirine bakıyor; kent ve mezarlık.. Mezarlık kentin içine düşüyor. Mezar taşları evlerin, minarelerin arasına giriyor, görsel varlıkla bütünleşiyor. Yaşamla ölümün bir olduğu kadrajın içine düşüyor burada insan. Yaşamın sürdüğü mekanlar ve mezarlar iç içe geçince, minareler konaklarla kol kola olunca mezar taşları, aynı düzlemin içine düşünce görüntüler bir garip oluyor. Konağın içinde yaşayanlarla burada adları mezar taşlarına yazılı olanların varlıkları düşündürüyor insanı. Ölümle yaşam üstüne bir sürü şey bellekte depreşiyor. Konakta olanlar da gelecek bir gün buraya. Var mı gelmemek? insanoğlunun yüzyıllardır bazen kafa yorduğu bazen üzerinde hiç düşünmek istemeyip bilinç arkasına attığı bu sözcüklerin kol kola girdiği mezarlıkta yeniden insanın aklına düşüyor. Çok düşünülmüş çok söz edilmiş bu konularda. Sonunda buralarda olmak var işte. Bazen taşlara yazılacak künye bazen küçük bir taş dikilecek başına mezarın. Mardin'de, 'doğum, ölüm, yaşam' hep sem-bolize edilmiş zaten... Kent kadrajın arkasında mezarlar önünüzde. Biraz yakın biraz uzak... Yaşamla ölümün aralığı sanki... O kadar yakın zaman dilimleri... Geçmi-şin içinde yüzyıllar bile ne kadar yakınlar birbirilerine değil mi? Yaşamın içindeki yıllar birbirlerini nasıl iter. Gerçek olan bir son var; her şeyin bir sonu var. Kente doymayan insanlar mı seçmiş bu mekanı? Bir tepenin üstüne sıralanmış mezar taşları. Görsel akustiğin içinde, bazısı görkemli bazısı sıradan taş. Bir sürü yazı yazmışlar taşların üstüne; çiçekler, motifler... Mezarlık kente bakıyor. Ölüm yaşama bakıyor. En iyisi bilinç altına atmak uçsuz bucaksız soruları. En iyisi yaşama koşmak... Orada kentin içinde, konaklarda, çarşıda, sokaklarda insanlar var. Onlara koşmak onlara bakmak söyleşmek görsel kadrajlar oluşturmak en iyisi...

MUNGANLARIN EVİ

Sımsıkı sarılır ya insan bir şeye, tüm gücü ile sıkar, bütünleşmek ister, onunla içine kapatıp birlikte sürdürmek ister yaşamı. Songül Mungan işte öyle açmış kollarını taş duvarlara, motiflere, geçmişe, anılara sarılmış. Orada yüzyıllar içinden gelen evini, anıları, motifleri her bir şeyi yaşatmak istiyor. Sadece yaşadığı, hayranlık duyduğu çiçeklere bezediçji bu görkemli evi değil, tüm kenti korumak, yaşatmak fikrini kendine bir ödev yapmış. Mardin'in köklü aileleri var. Mardinli yazarlar onları yazmışlar. Böyle sembol olmuş konaklar da kentle bütünleşmiş. Munganlar'ın evi bunlardan birisi... Müthiş bir ev... Avluları Mezopotamya'ya bakıyor. Her katın önünde kocaman bir alan var yaşam için... Özgürce dolaşılan, yazın yakıp kavuran güneşine, kışın soğuğuna, geceleri yıldızlarına bakmak için yapılmış bu mekanlar... Taşlar yine oyulmuş. Munganlar'ın evinde nice insan yetişmiş. Bugün en çok tanınanı Murat-han Mungan... Birçok kitabında Mardin var Mungan'ın. Yazdıkların-da, Mardin'in yaşam biçiminin sihri hemen hissediliyor. Ben Songül Mungan'ı tanıdım bu evde. Evine, kentine bağlılığı, içtenliği çok etkiledi beni... O evine, ev ona sarılmış. Yüzlerce yıl içinde evin yaşanmışlarını sırtına yüklemiş... Fotoğrafını çekerken evin önünde öylece durdu. Evin onurlu duruşuna yaslandı ben de deklanşöre bastım. Yüzyıllık duvarların üstündeki motifler, yazılar ve çiçekler bir aradaydı. Çiçekler evin görkemine sevgilinin uzattığı buket gibiydiler... "Bir kahve..." dedi Songül Mungan... Mardin evlerinin açık ayvanlarında kakule kokulu kahvelerini çok severim, zaman tüneline atıyor beni baygın tat... Ancak ışık çok güzeldi, kaçıp gitmeden yetişmeliydik ardından. Munganlar'ın evi bir saray kadar güzel. Mezopotamya ovasına çevirmiş yüzünü, soylu duruşu ile bekleşiyor.

DARA'DA ZİNDANA DÜŞTÜM

Bir anne bir kız uzaktan göründüler... Apaydınlık bir gün... Arkada Oğuz Köyü'nün evleri, yanımda köprü, biraz ilerde zindan var. Zindanın loş ışığı gözlerimi yormuş. Güneşin sarıp sarmaladığı bol ışığın içinde bana doğru gelen anne kız bir tiyatro sahnesi kurdular sanki önümde. Anın sahnesi... Arabadan aşağı iniyorlar. Gelenlere bakıyor kapıdaki komşular. Ta ilerde kapının içinde birisi izliyor sahneyi. Belli ki tarladan dönüyorlar. Ya da tezek toplamışlar. Gelip objektifin içine kuruldular. Işık bol objeler pırıltılı. Zindanda yüreğim sıkışmıştı. Yüzyıllar önce insanlar yapmışlar zindanı. Yaşamın içinden karanlığa atmışlar insanları...

Zindanın görkemi şaşırtmıştı beni. Nasıl yapmış insanlar 5. yüzyılda bu zindanı? Sahi aşağıdaki köprüyü nasıl yapmışlar? Su sarnıçlarını oymuşlar kayalara ta 5 yüzyılda... Kayaları oyup ev yapmışlar. Kayaları oyup kilise yapmışlar, ilerde suyu bir yakadan bir yakaya geçirmişler kanallarla...

5. yüzyılın muhteşem eserlerinin kalıntılarını adımlamıştım biraz önce şimdi anın yaşamı düşüyor önüme. Medeniyetler bazen geri mi gidiyor? Gelişmenin üstüne yeni taşlar neden konulmuyor? Bazen taşlar düşüyor duvardan...Yapıtların görkemi kalanların üstünde. Anın yaşamı ise önümde... Gülüyor anne kız. Çuvallarını boşaltmak için hazırlanıyorlar. Güneş yakıyor dört bir yanı. Arkada evler üst üste. Komşular gelenlere bakıyor. Yapıtlar köye bakıyor. Köy köprüye, sarnıca, zindana bakıyor. İnsan, 5. yüzyıldan günümüze ulaşan izlere takılıyor. Geçmiş izlerde, yaşam ise burada. At arabası ile tarladan dönen anne kızın yarattığı sahnenin içinde.Belki 5. yüzyılda bu arabadan daha güzeli vardı. Zeytin ağaçları dizilmiş karşı yakada. Dizi dizi yemyeşil.. Zindan zeytin ağaçlarına yaslanmış. Köprü biraz aşağıda. Yaşam önümde. Dara Mardin'de.


YILANLARIN EFENDİSİ ŞAHMARAN

Öndeki bakır siniye işlemiş Şahmaran'ı... Sırtını duvara dayamış öylece kalmış, Fotoğraf çektiğimin farkında bile değil. Derinlerde geziyor belli... Yılanların efendisi önünde bakır sininin üstünde. Elleriyle yapmış Şahmaran'ı... Şahmaran'la söyleşmiş belli ki... Derin derin bakıyor. Bilinci buğulanmış. Efsanenin içine düşmüş. Düşlerin içinden kurtuluncaya dek ona değmemek gerek. Yılanların efendisi Şahmaran yanında... Öykü devinip duruyor düşlerin içinde... Belleğimdekiler, sanki bakır sininin üzerine düşüyor. Efsaneler doğru mudur? Asırlar öncesinin sanat tezahürlerimdir bunlar... Ben öyle algılıyorum. Asırlarca yaşamış bu sözler. Şahmaran, Lokman Hekim efsanesinin bunca yıl yaşaması kalıcılık değil midir? Ef-saneye göre, Şahmaran yanındaki insanı gün ışığına salarken kendi-sinin bu adam yüzün-den öleceğini biliyor-muş. Öldürülmeyi neden kolay kabulleniyor. Kaynatılıp içilen sularıy-la veziri öldürüyor, prensesi yaşatıyor, Lokman Hekim'e ölüm-süzlük sırrını veriyor. Efsanenin içinde, her şey var. Yüzyıllarca önce insan bütün duygularını yüklemiş içine. İhanet var, yaşatma ve ceza var. Ama asıl önemlisi bu efsanenin sonunda bir arayış var. İnsanoğlu, ölümsüzlüğü arıyor. Yüzyıllar içinde insan hep bunu düşündü. Bugün de onu düşünüyor. Bilim adamları halen insanı daha çok yaşatmak istiyor, hep ölümsüz-lüğü arıyorlar... Ölüm-süzlük bedende mi yoksa yaratıların içinde mi? Şahmaran efsanesinin içinde bu sorunun yanıtı gayet açık. Lokman Hekim milyonlarca ot ve çiçeğin arasında ölümsüzlüğü bulamadı. Bir dilden dökülen anlatı ölümsüz oldu. Mardinli bakırın üstüne işliyor ölümsüz efsaneyi. Bir evin duvarına asılıp duracak Şahmaran motifleri. İnsanlar bu motiflere bakıp bin yıllık efsanenin betimlendiği öyküyü anımsayacak. Şahmaran efsanesi hep yaşayacak.


DUVARDAKİ SIZI

Acıklı öykünün anlatıldığı gün, Kasımiye Medresesi'ndeydim. Devlet Opera ve Bale Topluğu'nun konserini izleyecektim. İnanılmaz bir heyecan içindeydim. Hayranı olduğum bu yapıtın içinde müziğin keyfine doyacaktım. Müziğin duvarlarda nasıl yankılanacağını merak ediyordum, inanılmaz bir olaydı konser benim için... Medresenin en üst katına çıktım. Işıklar duvarları renk renk kılmıştı. Koro üyeleri sıra sıra dizilmişti. Barok bir müzik ne çok uyacaktı bu atmosfe-re... Müzik başladığın-da, yağmur yağmaya başladı bir den... Sanatçılar hemen alet-lerini toplayıp çıktılar avuludan dışarı... Başı-mı çevirip gökyüzü-ne baktım. Yaşamımda ben öyle bir gökyüzü görmemiştim. Gökyüzü alçalmış bulutlar alabil-diğine kararmıştı. Hızla akıyordu bulutlar.y arada bir bulutların arasında gözüküyor sonra hızla gelen simsiyah bulutlar ışığı kapatıyordu. Birkaç kez tekrarlandı konser. Her seferinde müziğin başlamasıyla birlikte yağmur indi hışımla... Konsere son verildi kente doğru yürüdük. Biraz sonra gökyüzünün o hırçınlığı sona erdi bulutlar duruldu gökyüzü açıldı. Orada birçok öykü ve efsane anlattılar. En çok Sultan Kasım'ın öldürülüşü etkiledi beni. Böyle bir eseri yapan Sultan Kasım'ın kafası, Timur tarafından burada kestirilmiş. Acılara gark olan kız kardeşi yerdeki kanı alıp duvarlara saçmış. Başındaki yaşmağını çıkartıp kana bulamış sonra duvarlara vurmuş. Ertesi sabah gidip bu kan izlerini gördüm. Su serpince kan izleri daha da belirginleşiyordu. Birçok televizyon bu olayı haber olarak verdi. Bilim ortaya çıktı, bu efsanede geçen kan izlerini inceletti. Tahliller sonucu, kök boya ve kına olduğu açıklandı. Her gidişimde duvardaki bu izlere baktım. Bilime inanırsak bunlar kan değil. Ama efsaneye inanırsak bu bir kız kardeşin yüreğindeki sızının duvara nakş olması... Silinmeyen bir sızı. Bi-limsel olarak bu kanıtlanmadı ama efsa-nede yaşıyor bu... Sızı efsanenin içine girmiş. Kız kardeşin yüreğindeki sizi... Her seferinde bu izlere bakıp düşündüm. Neden silinmiyor bu izler? Hep aynı tonda duvarda duruyor. Kına bu kadar yıl kalır mı? Bilime inanmak zorunda insan. Ancak efsanede dinletiyor kendini. Bu dünya çapındaki eseri yapan insanın kanı, duvarlarına sıçramış. Ancak en önemlisi bir kız kardeşin yüreğinin sızısı nakş olmuş duvara. Yaşayan bu sızı galiba.


HAYAT MEZOPOTAMYA OVASINA AKAR

Su öylesine kutsal... Su doğumla özdeş... Her subaşında bir abide var. Burada anlatmışlar sözlerini insanlar... Su doğuyor hayat gibi. Akıyor... Zaman içinde durmadan akıyor. Hayat da öyle değil mi? Hayat bir yerde sonlanıyor oysa su hep akıyor... Mardin'deki medreseler kitap gibi anlatıyor geçmişi... Günümüzde de geçerli olan felsefi boyutu olan öyküler bunlar. Su doğuyor hayat gibi. İnsan da su gibi başlıyor yaşama. Doğuyor, büyüyor. İnsan su gibi doğuyor ama insan ölümlü. Su devinim içinde... insanı da böyle mi betimlemiş Tanrı suyla özdeş kılarak... Medreselerde hayat anlatılıyor su yardımıyla. Önce doğuyor çocukluk günlerini tamamlayıp havuza doluyor. Havuz yaşamı anlatıyor. Sonra havuzdan çıkıp gidiyor. Orası da ölüm... İnsan ölümlü... Ya su. Su dolanıp geliyor bir kez daha. İnsan da öyle. Oda yeniden geliyor dünyaya... Bu benzetmenin felsefi boyutuna bakmak gerekiyor. Zinciriye Medresesi'nde, Kasımiye Medresesi'nde insan unutmasın diye şekille anlatılmış bunlar. Su medresenin içinde yaşamı anlatır biçimde düzene sokulmuş. Hayat Mezopotamya ovasına akıtılmış. Ova olmazsa hayat olur mu? insanlar yaşamını bu deniz gibi ovadan sağlamış yıllarca. Yüksekten bakıp sevinmişler, böyle zengin ova için. Suya bakıp düşünmüşler ölümlü olduklarını. Dualar okunmuş suyun başında. Suyun başı ilim yuvası olmuş. Suyun karşısına geçip duygularını söylemiş insanlar. Yaşamın içinde ne varsa. Aşklarını, en özel sözlerini su başlarında terennüm etmişler birbirlerine. Cennet bahçeleri yapılmış bazen. Bazen de böyle medrese. Ancak hep sözlerini de söylemiş insanlar. Gelenler unutmasın diye. Hayat su gibi akıp gidiyor. "Unutmayın sonunda ölüm var" diyerek... Bazen taşla söylemiş insan sözü, bazen suya anlattırmış diyeceklerini. Orada duruyor anlatılanlar, bakıp görmemiz için...


GÜN IŞIR DİL SÖYLER

Gün ışıdı. Gecenin altında kalıp yapay ışıklarla şenlenen kale bu kez altın sarısı şapkasını çıkardı. Mağrur biçimde aşağıya kente kentin içindeki sokaklara baktı. Köy yollarından yoksul köylüler yoğurt bakraçları, üzümleri, patlıcanları, tatları ile gelip müzenin altındaki çarşının başındaki sokağa dizildiler. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Süryanice tüm dillerin sözcükleri sokağın duvarlarına çarptı. Sözcükler birbirine karıştı. Kimileri mahzundu, kimisi kahkahalar atıyordu. Konaktan gelenler yoğurt kaymağı almak için mağrurca bakıyorlardı satıcılara... Sofra kurulmuş, gül reçelleri hazırlanmıştı masada. Yoğurt kaymağına gül reçelini dökmek için bekleşenlerin yanında sıcak simite hasretle dişlerini batıran köyden gelen çocuk vardı ortada... Bir sofra kuruldu müzenin altında. Müze mağrur motiflerle süslü taş duvarlarını güneşin ışıklarına teslim ederken göz ucuyla sokağın içine bakıyordu. Badem şekeri karpuz çekirdeği satan baharatları dizip sohbete gizemli bir tat sunmak isteyenler, dükkan açıyorlardı.

Yoğurt bakracını önüne koymuş duvara yaslanan köylü kadının yorgunluğu yüzüne yansımıştı. Bir taraftan da gelip geçenlere bakıyordu, içindekileri yüzüne resmetmişti kadın. Yüzündeki çizgiler sofranın acı tadıydı. Fakirlikti tadın adı.Sofra kurulmuştu sokağın içinde. Tatlar kol geziyordu. Şerbetçi çıktı köşeden. Sohbete katıldı. Bardak bardak şerbet aktı dili damağı kurumuş fakir köylülerin ağzına. Gün dolandı gelip kentin üstüne oturdu. Sıcak tatların üstüne döküldü tel tel... Fakiri, zengini hep birlikte gün boyu sürecek çarşı senfonisinin görsel malzemesini oluşturdular. Türlü dillerden dökülen sözcüklerden, değişik tonlada birbirine karışarak oluşan senfoni başladı.






İNSAN VE IŞIK

İnsan ve ışık nasıl anlatılır? insan dünyanın ışığıdır. Ya da insan ışığını dünyadan alır. Hangisini savunmak gerek? insan ışığını doğadan almış. Sanatların da felsefenin de temeli doğa değil mi? Işığın içinde yürümeli insan. Kardeşçe birbirine sarılarak. Aydınla­narak. Işık aydınlatır. Işık doğayı aydınlatır, doğa insanı... Önce doğaya baktık. Sonra kendimize. Kendimizi çözdük mü? insan hep arayış içinde. Doğanın üstündekilere bakarak, zamanın içinde bir şeyler koyar ortaya sağa sola yuvarlanır gider. Her şey gelip geçici... Yaşayanların bıraktıkları insanlığın onuru... Taşlarla oluşturulan bu tünel insan düşüncesinin ürünü... Taşları kesip üst üste koydular sonra zamanın süpürgesinin önünde süpürülüp gittiler. Yapılanlar bazen korundu bazen yıkılıp yerle bir edildi. Yıkılıp yok edilmeyen söz galiba... Düşünen insan, sözü keşfetti. Söz taşa, deriye, kağıda düşünce, ölümsüz oldu. Var olanlara bakıp insan düşündü. Hep ölümsüz-lüğü aradı. Bulan var mı? Arayışın sözleri duruyor. En az hasar gören düşünceden arda kalanlar... Devinip duruyor dillerde... insan böyle ışığa bürünüp hızla koşan zamanın içinde düşünmeye üret-meye devam ediyor. Bazen eskiye dönüyor bazen galaksilerde yürüyor... Işık hep var. Sarıp sarmalıyor insa-nı...

Sanatları da felsefeyi de insan keşfetti. Bilinmezlik içinde arayış mıdır bunlar? Bazen doğa çağrıştırıyor düşünceyi bazen ışık... Düşünen insan bazen melenkonik sayılmıştır bazen somut bir bilginin peşine düşen şövalye...

işte insan ışığın içinden aşağı iniyor... Fotoğraftaki insanın bunları düşünme, algılama gücü var mı? O neyi düşünüyordur? Birkaç basamak sonra düzlüğe ayak basacağıdır herhalde ilk aklına gelen.

MEDRESENİN ÖNÜNDE

Hatuniye Medresesi merdivenlere yaslanmış inen çıkan insanlara çevirmiş duvarlarını öylece duruyor. Taş merdivenlerden keyifle inenler, inleyerek çıkan yaşlılar, başlarını çevirip medresenin taş duvarlarına bakıyorlar, içerde ahşap dolabın içinde Peygamberimizin ayak izi var; camekan içinde... Merdivenlerde yorulanlar, oflayıp puflayanlar nefes nefese dualar okuyorlar. Merdivenleri koşarak iniyordu çocuk... Hızla koşuyordu. Medresenin önüne gelince birden çakılıp kaldı. Gözleri duvarlarda gezindi. Dua için dudakları kıpırdamadı, sadece objektifi gördü ve bakakaldı. Öylece durdu birkaç dakika. Tek sözcük düşmedi dilinden. Elindeki tepsiyi bana doğru çevirdi. Çiçekli tepsiyi nereye götürüyordu? O bakış-lara soru sorulmazdı. Bir şeyler düşünüp yargıla-yan yüreğindeki sesle-rin mesajı vardı bakış-larında. Tepsiyi tutu-yordu sadece. Sözleri bu hareketin içindeydi galiba. Hatuniye Medresesi yanında, merdivenler ayağının altında, sözleri gözlerinin içinde ya da havaya kaldırdığı tepsinin düzlemindeydi. Yüreğinden ne geçiyorsa öyle bakıyordu objektife... Nereye gidiyordu tepsi? Neler konacaktı içine? Sofra için dolacak mı yoksa boş mu dönecekti tepsi? Bu merdivenleri dolu tepsisi ile çıkan çocuğun gözlerinin içindeki sözleri neşe saçacak mıydı biraz sonra?

Birkaç dakika kıpırdamadan durdu. Tepsi havadaydı. Gözleri mahzundu... Hiçbir şey demeden merdivenleri indi yavaş yavaş... Medresenin taş duvarları kaçıncı yüzyılın kaçıncı yılının kaçıncı ayının yine bir gününde, merdivenlerden inip gidene baktı. Tepsiyi göğsüne bastırıp merdivenleri inen çocuk yine zamana karıştı yitip gitti...


BABİL'E AKAN SEVDA MIYDI

Hatuniye Medresesi merdivenlere yaslanmış inen çıkan insanlara çevirmiş duvarlarını öylece duruyor. Taş merdivenlerden keyifle inenler, inleyerek çıkan yaşlılar, başlarını çevirip medresenin taş duvarlarına bakıyorlar, içerde ahşap dolabın içinde Peygamberimizin ayak izi var; camekan içinde... Merdivenlerde yorulanlar, oflayıp puflayanlar nefes nefese dualar okuyorlar. Merdivenleri koşarak iniyordu çocuk... Hızla koşuyordu. Med-resenin önüne gelince bir-den çakılıp kaldı. Gözleri duvarlarda gezindi. Dua için dudakları kıpırdama-dı, sadece objektifi gördü ve bakakaldı. Öylece durdu birkaç dakika. Tek sözcük düşmedi dilinden. Elindeki tepsiyi bana doğru çevirdi. Çiçekli tepsiyi nereye götürüyor- du? O bakışlara soru sorulmazdı. Bir şeyler düşünüp yargılayan yüre-ğindeki seslerin mesajı vardı bakışlarında. Tepsi-yi tutuyordu sadece. Söz-leri bu hareketin içindeydi galiba. Hatuniye Medre-sesi yanında, merdivenler ayağının altında, sözleri gözlerinin içinde ya da havaya kaldırdığı tepsinin düzlemindeydi. Yüreğinden ne geçiyorsa öyle bakıyordu objektife... Nereye gidiyordu tepsi? Neler konacaktı içine? Sofra için dolacak mı yoksa boş mu dönecekti tepsi? Bu merdivenleri dolu tepsisi ile çıkan çocuğun gözlerinin içindeki sözleri neşe saçacak mıydı biraz sonra?

Birkaç dakika kıpırdamadan durdu. Tepsi havadaydı. Gözleri mahzundu... Hiçbir şey demeden merdivenleri indi yavaş yavaş... Medresenin taş duvarları kaçıncı yüzyılın kaçıncı yılının kaçıncı ayının yine bir gününde, merdivenlerden inip gidene baktı. Tepsiyi göğsüne bastırıp merdivenleri inen çocuk yine zamana karıştı yitip gitti..

GECE NE ÇOK ŞEYİ SAKLAR

Gece ne çok şeyi saklar... Karanlığın içinde uyur nesneler... Görünmezlik zırhına bürünmekten hoşlanılırlar mı bilinmez... Çünkü dilleri yoktur taş evlerin. Bazen sesleri çıkar kış soğuğunun içinden fışkıran fırtınalarla... Soğuk rüzgarlar ıslık çalar daracık sokakların içinde. Taş evler karanlığın içinde görünmez olunca, yaşam dolar odalarına. Gün boyu sokaktan geçenlerle söyleşen evler karanlığın içine saklanarak içinde yaşayanlara açar kucağını. Onlara sıcacık bağrında evin öyküsünü anlatır. Duvarlar, pencereler dile gelir geçmişi anlatır, akşam olanları defterine yazar. Dışardan bakınca, tek düze olur her şey... Sadece ışıklar kalır... Işık yapaydır ama yakışır Mardin siluetine... Kale hışımla bakar üstten. Onu da aydınlatmıştır insanlar. Sokaklar yalnızdır abbaralar şen... Işıkları yanar abbaraların buluşma me-kanları olur. Gelip geçenler duvarların dibindeki fısıltılara açarlar kulaklarını... Gece görünmez eder ovayı. Köylerde ışıklar yanar yıldız gibi parıldar karanlığın içinde... Sessizlik kaplar dört bir yanı. Sokaklar yalnızdır. Evler çekip almıştır canlarını koynuna. Damlara çıkar yaşam. Yaz günlerinde kürsünün üstüne kurulanlar gecenin keyfini yaşarlar yıldızlara bakarak. Yıldızlar parıldar gökyüzünde. Kürsünün içinde bembeyaz bezlerle görünmez olup yatanlar serinliği yutarlar sıcak yaz günlerinde. Yıldızlar bakar üstten. Çocuklar uyur kürsülerin üstünde.


LÜTFİ ÖZGÜNAYDIN


Kemaliye de 1945 de doğdu.1962 yılında ilköğretmen okulunu bitirdi. 1969 yılında Hürriyet
Haber Ajansı'nda muhabirliğe başladı. Milliyet Sanat Dergisinin" Abdi İpekçi Röportaj yarışmasında ödül aldıktan sonra fotoğrafla ve edebiyatla buluştu. Sanat ve edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Birçok sergi ve gösteri gerçekleştirdi. Çeşitli ödüller kazandı.

Baraj, Köyden Kente, Şelale Söğüt Ağacı, Taş Yolu adlı öykü kitapları yayımlandı. Uzun süre " gurbet" adlı yerel gazeteyi yayımladı. Son yıllarda oğlu Kamil Özgünaydın'la birlikte, Şelaleler ve Mudurnu Kamil ve Burhanla birlikte, Mardin – Midyat - Hasankeyf çalışmalarını gerçekleştirdi. Yedi Bölge Yedi kent, Adolunun Rengi, Mesudiye, Döne Döne Van Gölü son fotoğraf çalışmaları...

Fotoğraf Dergisi'nde denemeler yazan Lütfi Özgünaydın, Fotoğraf ve denemelerinin yer alacağı yeni albümler için çalışmalarını sürdürüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlama biçimi kutucuğundan Adı/Url 'yi seçerek, isminizi ve dilerseniz mail veya site adresinizi yazıp yorumunuzu gönderin. Yorumunuz Editör onayından geçerse yayınlanacaktır. Küfür, Hakaret, İftira ve SİYASİ içerikli yorumlar ve Adı Soyadı belirtilmeyen yorumlar yayınlanmıyacaktır. Surgucum